17.Bölüm

416 14 4
                                    

Gene bir hastaneye açtım gözlerimi…

Dönüp dolaşıp nasıl bu gri yere geldiğimi sorgulayamayacak kadar yorgundum. Hastanenin koltuğunda yarım bir uyku uyabilmiştim. Göz kapaklarım acıma küfrederek yanıyordu. Kollarım gücünü tüketmiş, baş ağrımla artık bütünleşmiştim. İçimin siyahı da mavisi de kararmış, duygularım renksizliğe bürünmüş, gözyaşlarım hastanenin can yakıcı kokusuna karışmıştı.

Annem durgun suratıyla sanki ölümün kıyısındayım diyordu. Harap olmuştan beter bir hali vardı. Haksız diyemiyordum, son yaşananlar hiç hoş olmadığı gibi üstümüzdeki kara bulut bizi bırakmayacak gibi bela yağdırıyordu.

Yanımdaki koltukta annem dikenli tellerin tepesinde gibi kıvranarak uyuyordu, tabii buna uyumak denirse. Gözlerim arada çöküyor sonra birden tekrar zıplıyordum. Uykuya ihtiyacım vardı ama gözümü kapadığımda elime geçen tek şey, kâbuslardı. Kâbusa uyumak garipti, kötüydü ve uyandığınız zaman ağzınızdan dökülen kelimeler keşke uyumasaydım oluyordu. Güya dinlenmek için gözlerimi karanlığa teslim ediyordum. Ama dinlenmek şöyle dursun karanlığın içinde kaybolmuş güneşe dönüyordum.

Şişmiş gözlerimi ilk defa umursamadım. Dağınık saçlarımı düşünmedim. Ruhum o kadar acıyordu ki berbat bedenimi aynanın karşısında bile göremezdim. Bedenim sadece ruhumun izlerini taşıyordu, bedenimin huzur dolu karanlık köşesine bile sığınamayacak kadar korkmuş ruhum afallamanın keskin izleriyle hissizliğini ilan etmişti.

Derin bir nefes alıp, bu gece bu kadar kâbuslarla uyanmak yeter dedim. Kıvrıldığım koltukta artık uyumaya çalışmak bir işkenceydi. Kâbuslarımı o koltukta bırakıp ayaklarımı koltuktan indirdim.

Her tarafım alarm veriyor gibi uyuşmuştu. Ensemden gözlerime doğru gelen sızı etrafı bulanıklaştırmıştı. Ama bedenimin tüm acizliğini kenara koyarak ayağa kalktım. Yoğun bakıma doğru yürüyüp camdan her şeyim olmuş adama baktım.

Abime!

Etrafındaki bir sürü aletin sesi başımdaki ağrıyı biraz daha arttırıyordu. Benim renksiz kralım grilere bürünmüş gibi yatıyordu. Gözümden bir damla süzüldü. Burak’ın ‘ağlama, bücür!” nidasını kalbimin merkezinde hissedebiliyordum. Elimin tersiyle sertçe yanağımı sildim. Yüzüme yapma bir gülümseme yerleştirip ‘o iyi olacak!” dedim kendime. Ama dudaklarım fazla kıvrılmayı beceremeyip aşağı çökmüştü.

Bu olanlar şaka gibi geliyordu. Koca bir şaka! Ama gerçek tüm saf nefretiyle önümde duruyordu işte: Abim ben gereksiz karmaşalardayken, vurulmuştu!

Ben bir Umut’a bir Savaş’a giderken abim sert bir metal parçasıyla yere düşmüştü! Benim abim!

“Burak yıkılmaz!” diye bağırasım geldi bu gri yere ama dilim dişlerim arasında güçsüzse sabit kaldı.

İçimdeki histerik Melek, bana dil çıkararak, Burak’ını kaybedeceksin ve şımarıklığınla ördüğün duvarlarının arasında çürüyeceksin, diyordu. Öfkeyle içimdeki olumsuz benliğin kafasına olumlu düşüncelerimi fırlatıp onu en ücra yerlerime kapadım.

Ben acizliğimle çırpınırken omzumda bir el hissettim. Annem acı bir tebessümle bana baktı. “İyileşecek!” Sesi sadece bir fısıltıyla dökülmüştü. Umduğu şeyi söylüyordu. Umarım aynı zamanda gerçeği de söylüyordur, diye geçirdim içimden.

“İyileşecek!” diyerek anneme dönüp tüm oyunculuk yeteneğimle gülümsedim. Anneme destek olmalıydım yoksa yıkılacak gibi duruyordu. Nazikçe annemin beline sarılıp kafamı omzuna yasladım.

“O herife bunu ödetmemiz lazım!” dedim kin kokan nefesimle. Hala aklım almıyordu elin herifi nasıl benim Burak’ımı bu hale sokabilirdi?

Siyah mı? Mavi mi?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin