Marguerite

260 28 47
                                    

Minseok..

Tam olarak hayatın sonumdaydım. İki dakika önce verdiğim sözleri görmezden gelerek geri de bırakıyordum nefesimi. Hiç olmadığım kadar acımasızdım bir katil gibi, hiç olmadığım kadar duygusuzdum tıpkı ölüm gibi. Son kez kapıya, pencereye baktım, onu bir kere daha görebilmek için. Yoktu, o güzel yüzünü ne bir camdan, ne de kapıdan uzatmıştı. Haklıydı, haketmiyordum yüzünü daha fazla görmeyi. Ne yapmasını bekliyordum ki zaten, iki gün önce onu asla bırakmayacağımı söyleyip şimdi geçmiş karşısına boşanmak istediğimi söylüyordum. Böyle bir kalp ağrısını fazlaca hak ediyordum ve hatta onun kalp ağrısına karşılık kendimi öldürmeliydim bile.

Bir süre arkama baktıktan sonra görme umudumu yitirip üç, dört parça kıyafet koyduğum valizimle arabama doğru ilerledim. Ruhum artık bedenimi terk ediyordu, hissediyordum ama güçlü kalmam gerektiğini de biliyordum. Onun için, bizim için güçlü kalmalıydım. Arabayı çalıştırıp evin önünden ayrıldığımda Sehun'un sabah söyledikleri beynimde çınlamaya başladı. 'Her şey onu korumak için Minseok'  kafamdaki Sehun sussun istiyordum, çünkü kelimeleri daha fazla canımı yakmaya meyilliydi. 'Onsuz yapamazsın biliyorum ama o da artık seninle yapamaz.' kalp ağrıma inat susmayan sözleri beynimin artık uyuşmuş duvarlarını aşındırıyordu. 'Boşanmalısınız Minseok ve hayatından onu silmelisin.' en ağırı da bu olmuştu. Haklıydı artık benimle yapamazdı, kendi canım için onunkini tehlikeye atamazdım, bu benciliği ona yapamazdım. Bu beni öldürsede onu bu belanın sonu olmayan hayatımdan silmeliydim.

Artık sevmeyecek misin sevgilim, peki gelip her şeyi seni korumak için yaptığımı söylesem affeder miydin beni?

Gözümü hiç ayırmadan yola bakıyordum ama göz yaşlarım görüşümü buğulandırmışken önümü görüyorum diyemezdim, sadece dümdüz gidiyordum yolun beni nereye götürdüğünü bilmeden. Yalnızlık dert değildi de onsuzluk çok ağır gelmişti bu sefer yüreğime, ondandı bu göz yaşlarım, bu yola olan boş vermişliğim. Sadece nasıl olduğunu düşünüp duruyordum, dikkatimi ondan dağıtansa çalan telefonumdu. Arayan Sehun'du neredeyse yirmi defa aramıştı ama şu an ne onunla plan yapacak, ne de yaşıyormuş rolü yapacak durumdaydım. Telefonu açmayıp yine görmezden geldim, arabayı da bir uçurum kenara çekip, uçurumun başından okyanusun dalgalanışını seyrettim bir süre.

Ona benziyordu; çevreden gelen onca pisliğe rağmen maviliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Sesizdi, sakindi ama sinirlenince dalgalı oluyordu, tıpkı sevdiğim adam gibi. Okyanusun gökyüzü vardı onu sakinleştiren, Jongdae'nin ise Minseok'u vardı. Taki ben onu param parça edene kadar. Uçuruma iyice yaklaşıp derinliğine baktım. Yeterince derindi aşağıdaki sivri uçlu kayalar ise ölümümü daha kolaylaştırırdı, Jongdae kadar mavi okyanus ise alıp götürüdü belki beni buralardan. Tanrı belki ölümden sonra kavuşmamıza izin verirdi bizim, belki kaderimiz tam olarak buydu.

İşte buradayım sevgilim, seni bıraktığım gibi uçurum kenarında. Bak senin kadar mavi bir okyanus eşlik ediyor yok oluşuma ve yokluğuna. Peki şimdi gitsem ölümden sonra kavuşur musun bana?

Başımı gökyüzüne kaldırıp, son cümlelerim olduğunu sandığım cümleleri teker teker serbes bıraktım dudaklarımdan.

"Duyuyor musun beni gökyüzü, sana bir sorum var? Söyle bakalım, sen iyiliği için bırakır mıydın senin için maviliğinden vazgeçecek okyanusu?"

Dışardan bakınca deliydim ama içim sadece Jongdae'ydi. Onu seviyordu, ona yaşıyordu, onu arzuluyordu günün her saati. Onunsuz yaşamayı reddetiyordu benliğim.

Retrouvailles/xiuchenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin