Eserlerine trajik yaşamı konu edinen onlarca yazar vardı. Bu yazarların çoğunun amacı belki de dileği, dikkat çekilmeye değmeyen hayatlarını bir şekilde insanlara göstermekti. Ellerinde olan sadece kelimeleriydi. Değer gören sadece kelimelerdi. Bu yüzden içi kan ağlayan kelimeler, bir bakımdan sahiplerine tutulmuş birer ayna sayılabilirdi.
Hayatımı kaleme alarak elinde tutan bir yazar olsaydı eğer, muhtemelen yazdığı birkaç sayfadan sonra pes ederek talih yoksunu bana gülerdi. Çünkü hiçbir trajik hayat bu kadar tuhaf olmamalıydı.
Bedenim hâlâ olanları idrak edememiş gibiydi. Zira bu yorgunluğun başka bir sebebi olamazdı. Okulun koridorunda attığım her adım, başka bir gözün üstüme dönmesini sağlarken ben bakışlarımı yalnızca gideceğim o kantin kapısına odaklamıştım. Fakat yine de yanından geçtiğim birinin, elindeki telefonuyla resmimi çektiğini göz ucuyla fark edebildim.
Kurmalı bir bebek gibi adımlarımı boş ve ruhsuzca atarken bugün diğer günşere nazaran çok daha siyah giyinmiştim. Ben siyah sevmezdim ki. Sanırım içimdeki çocuk yanın yasını bu şekilde belli ediyordum. Bunun başka bir açıklaması olamazdı çünkü.
Tabii yine de yarın kesinlikle siyah giymeyecektim. İçimi karartıyordu tamam mı? İçimdeki küçük, yasına renkli kıyafetleriyle de devam edebilirdi sonuçta.
Ceketimin altından çekiştirdiğim şapkam başımdan düştü düşecek gibiydi. Bu yüzden bir elimi kaldırıp şapkamı daha çok çektim gözlerimin önüne. Yüzümdeki izler bir iki günde geçmeyecek kadar kalıcı olduğu için onları kapatamamış olmaktan büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Özellikle gözümün altındaki o koca morluk ve dudağımın kenarındaki yara beni çok rahatsız ediyordu.
Kantinden içeriye girdiğimde başımı yerden kaldırmadım. Hayır, utandığımdan değil. Çünkü ben utanılacak bir şey yapmamıştım. Yüzümdeki izlerin görünmesini istemiyordum sadece.
Dersin başlamasına daha çok olduğu için bir sürü kişi vardı burada. Bunların arasında, Sehun ve arkadaşları da yer alıyordu ama hiçbirine bakmadan Baekhyun ve diğerlerinin oturduğu masaya geçtim.
"Selam." diye mırıldandım usulca. Masadaki gözler yüzüme döndü. Hepsinin gözlerinde dehşet verici bir ifade gördüğüm için gözlerimi devirmeden edemedim. "O kadar da kötü değil hm?"
"Ne oldu senin suratına?" diye sordu Baekhyun. Elimi boşver anlamında salladım birkaç defa. Boğazını temizleyip geriye yaşlanınca, "Ne içiyorsunuz?" diye sordum Çantamdan para çıkarmaya çalışırken. "Kahve içiyorsanız ben de kahve alacağım."
"Şey..." dedi Baekhyun. Ben hâlâ çantamın ön gözünde para arıyordum. "Luhan, başka bir masaya geçsene."
Parmaklarım çantamın cebindeki hareketini kesti. Başımı kaldırıp ona baktığımda yüzünde tedirgin bir ifade vardı ve diğerlerinden de ses çıkmıyordu. "Anlamadım?"
Genzini temizledi. "Başka bir masaya geçer misin?"
"Neden?" diye sordum bu sefer. "Başka birisi mi gelecek? Yeri veya başka biri?" Başını iki yana salladı. "Niye gidiyorum o zaman?"
"Çünkü..." dedi Baekhyun ve Kyungsoo onun yerine tamamladı. "Çünkü masamızda seni istemiyoruz."
Bakın, eğer bu şakaysa hiç komik değildi. Gerçekten kalbimi kırmışlardı ve hadi ama, Kyungsoo'nun şaka yapma yeteneği bile yoktu.
"İyi de ned..."
"Luhan sen..." yüzünü buruşturdu. "Sen eşcinselsin."
Bir anda bomboş hissettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Limerence /HunHan
Fiksi PenggemarSehun, siyah severdi. Hayır, her şeyi siyah değildi. En azından saçları siyah değildi. Kısacası Sehun'du işte. Pek renk sevmezdi hayatında. Ta ki, o gelene kadar. Luhan, renkliydi. Evet, her şeyi renkliydi. Saçları bile. Kısacası Luhan'dı işte. Siy...