2.1

522 69 11
                                    

Hayattan yorulduğunuz, devam edebilecek gücü kendinizde bulamadığınız ve tek çarenin ölüm olduğunu düşündüğünüz zamanlar yaşardınız. Bu zamanlar öyle hastalıklıdır ki, ne hayatı yaşayabiliyordunuz ne de ölebiliyordunuz. Arafta kalmışcasına bir o yana bir bu yana sallanıyordunuz. Gidebilecek bir yeriniz, kendinizi ait hissettiğiniz bir yer yoktu. Ne yaşama tutunabiliyordunuz, orada yer bulabiliyordunuz. Ne de ölebiliyordunuz ve orada sonsuzluğa gidebiliyordunuz.

Hayat bazen o kadar acımasızdı ki bir yandan ölmek için dua ederken bir yandan hayatta kalmak için çabalıyordunuz.

Ben her zaman arafta kaldım.

Hayat bana devamlı yaşamam gerektiğini fısıldarken, benliğim içten içe ölümü diliyordu. Bunu iki kez denemiştim. Ölümü iki kez kucaklamıştım ama o bana karşılık vermek yerine sırtını dönmüştü ve ben öylece, çırılçıplak kalmışım gibi o arafta takılı kalmıştım.

Şimdi de aynı şeyleri yaşıyordum. Jong Dae'nin iyi olmadığını öğrendiğimden beri ne yapacağımı şaşırmıştım. Hissettiklerimin ağırlığıyla bayılmıştım ve ayıldıktan sonra hemen buraya, tekrardan gelmek istemediğim yere gelmiştim. Jong Dae'nin odasının kapısının önünde dikiliyordum. İçeriye girebilecek cesaretim yoktu, onun önüne çıkabilecek cesaretim yoktu ve ona nasıl yardımcı olmam gerektiğini bilen bir bilgim dahi yoktu.

"Yu Jin, gir artık."

Se Hun bıkmış bir ses tonu ile söylendiğinde omuzlarımı düşürdüm. Bir adım daha kapıya yaklaşarak usulca elimi kapı koluna götürüp açılmasını sağladım. Kapıyı içeri doğru ittiğimde sırtımda bir elin varlığını hissettim. Elin sahibi bir kaç adım ilerlemem için baskı yaptığında uyguladığı fazla güçten dolayı istemeden bir kaç adım ilerlemek zorunda kaldım.

İçeriye girdiğim an arkamdan kapı gürültülü bir şekilde kapanmıştı. Bakışlarımı zorlukla yerden kaldırarak Jong Dae'nin üstüne topladım. Elindeki havlu ile saçlarını kurutuyordu. Üstünde sadece siyah bir eşofman altı vardı, düz karnı gözler önündeydi ve ben bu görüntü ile anında utanmıştım.

Telaşla arkama dönerek öylece bekledim. Elim ayağım titremişti ve ben buraya ne için geldiğimi bir anlık unutacak dereceye gelmiştim. Yanaklarım yanıyordu, büyük ihtimal kızarmıştım ve sıcakladığımı hissediyordum. Terlemiştim. Sadece iki dakika içinde terlemiştim ve bu sadece ufak bir bakışla olmuştu. Halbuki onunla öpüşmüştüm, değil mi? Ama ben ondan deli gibi utanıyordum.

"Yu Jin?"dedi Jong Dae yorgun sesi ile. Sesini duymamla ona dönmem bir olmuştu. Çok şükür üstüne her zamanki gibi siyah bir tişört geçirmişti. "Neden buradasın?"

Yavaşça yutkundum ve neden burada olduğumu sorguladım. Ona kötü olduğunu ve benim de bu yüzden burada olduğumu söyleyemezdim, nedense bu doğru gelmemişti bana. O yüzden Se Hun'un dediğini söyledim.

"Suho hyung parti veriyormuş. Se Hun ve Jong İn zorla getirdi beni. Şey.. eğlenmem için,"

"Niye orada duruyorsun?" Başka bir soru yönelttiğinden dalgınca suratına baktım. "Gel buraya," Ayaklarım anında onun dediği komutu uygularken tam önünde durdum. Bakışlarımı yukarı çıkartarak güzel yüzüne baktım. Gözle görülür bir şekilde çökmüştü. İki gün önce onu görmüştüm ama sanki aylardır onu görmüyormuşum gibi hissetmiştim. Özlemiştim. İki gün içinde onu çok özlemiştim ve yavru bir kedi gibi ona sokulmak ve güvenli kollarında olmak istemiştim. Huzur kokan tenini solumak istemiştim. Ama bunları yapabilecek cesaretim hala yoktu. Hala ona istediğim gibi dokunamıyordum ve bu beni üzmekten başka bir şey yapmıyordu.

Benden bir atak gelmeyince Jong Dae bütün ipleri ellerine aldı ve beni bir anda kendine çekerek sarıldı. Bedenim sanki bunu bekliyormuş gibi anında tepki verdi ve kollarım ince beline dolandı. Başımı göğsüne yaslayarak gözlerimi kapattım. İşte, dedim kendi kendime. İşte huzur burasıydı ve benim evim olmuştu.

LİMERENCE / CHENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin