2.0

574 75 21
                                    


İnsan taşıyamayacağı yükü olduğunda daha bir çökmüş olurdu. Her daim o yükü aklına getirir, onu hafifletmenin yollarını arardı. Ama ne yaparsa yapsın, ne düşünürse düşünsün hep aynı kalırdı. O yük hep kamburunda yer bulur, oraya yerleşir ve orada hayatını geçirirdi. Ne yaparsa yapsın o oradan ayrılmaz ve kendine yeni yer edinmezdi. Belki de bu yüzden çoğu insan kamburlaşırdı. Taşıyamayacağı yükü ağır gelir, omuzları çöker ve kamburu olabildiğince çıkardı.

Şimdi benimde kamburum çıkmıştı. Jong Dae kendi elleriyle kamburuma mezar açmış ve o yükü oraya gömmüştü. Bu kambur o kadar ağırdı ki nefessiz bırakıyordu beni. Ve sadece iki gün olmuştu o kamburdan mezarın olması. İki gün. İki gün önce hissettiğim herşey aynıydı. His öyle güçlüydü ki beni öldürüyordu. Sanki her an yere düşecekmişim gibi hissediyordum. Sanki düşüp vücudumda çeşitli yaralar açılacakmış gibiydi, o yaralar ölümüme sebep olacakmış gibi.

Gözlerimi aynada ki yansımamda tutmaya devam ederken iki gün öncesini düşünüyordum. İki gün önce Jong Dae bütün kişisel alanımı işgal etmiş, herkesten sakladığım yaralarımı tüm çıplaklığı ile görmüştü. Bu sadece vücudumdaki yaralar için geçerli değildi, ruhumda açtığım derin yaraları da görmüştü. Onun önünde savunmasız olduğum çok zaman olmuştu. Ama bu kadar savunmasız ve aciz hissettiğim ilk seferdi.

Jong Dae'yi ise ilk defa savunmasız görmüştüm. Bütün maskesini indirdiği, bana sığındığı ve bana yalvardığı ilk seferdi. Onu hiç böyle tahmin etmemiştim. O yıkılmaz görüntüsünün altında savunmasız bir çocuk vardı. O çocuk öyle kırılgan, öyle korkaktı ki bana beni bırakma, dediği zaman hissettiğim herşey çok karmaşıktı. Hislerim alabora olmuştu. Fırtınaya yakalanmış gibi hissetmiştim. Ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi, ne tepki vereceğimi bilememiştim. Durmuştum. Ciddi manada durmuştum ve ben öyle durduğum süre boyunca gerdanımda soluklanmış, sanki kaçacakmışım gibi sarmalamıştı kolları beni.

Derin ve soluksuz kalmışım gibi bir nefesi ciğerlerime gönderdim. Banyoda çok oyalandığım kanısına varıp acele ile banyodan çıkmış, odama girerek kalın ince bordo bir kazak ve kot pantolonu üzerime geçirmiştim. Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra kot ceketimi de üzerime alıp evden çıkmıştım. Anahtarla kapımı kilitledikten sonra hızlıca merdivenleri inip kapının önüne çıkmıştım. Çıkmamla karşımda gördüğüm bedenlerle olduğum yerde kalakalmıştım.

Jong İn ve Se Hun, siyah ve son model olduğu belli olan arabanın önünde karşılıklı bir şeyler konuşuyorken Se Hun'un beni fark etmesiyle dirseği ile Jong İn'i dürttü. Se Hun'un dürtmesiyle bakışları bana döndükten sonra genişçe sırıtmıştı.

Adımlarım onların yanına vardığında Jong İn kolunu omzuma atarak beni kendine çekti. "Benim küçük kardeşim nasılmış?"dedi tatlı çıkardığı sesiyle. Şaşkınca yüzüne baktığımda sırıtması genişlemişti. Bir süre öyle kaldığımızda yaşadığım şoktan ona cevap verememiştim.

Se Hun bir an da kolunu atarak beni ondan ayırdı. "Hey,"dedi beni göğsüne çekerken. "Sıra bende. Nasılsın küçük kız kardeşim?" Sesi en az Jong İn kadar tatlı çıkmıştı. Kıkırdamaktan kendimi alamadım. Se Hun ve Jong İn her ne kadar ayrılmaz ikili gibi olsa da sık sık tartışırlardı. Onlarla geçirdiğim iki hafta da bunu çok iyi anlamıştım. Aynı yirmi yıllık evli çiftler gibilerdi ve çok tatlı duruyorlardı. Onların bu haline gülmemek elde değildi. "Sen neye gülüyorsun öyle?"dedi Se Hun sahte bir kızgınlıkla.

Gülümsememi daha bir genişletip ona baktım. Kesinlikle Se Hun bu tür mimikler sergilediğinde çok komik duruyordu. Onunla ilk karşılaşmamızda her ne kadar soğuk dursa da öyle değildi, tam tersi oldukça sevecen bir kişiliği vardı.

LİMERENCE / CHENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin