1.1

554 84 13
                                    

Bu zamana kadar hayattan hep küçük şeyler istemiştim. Mesela ben beş yaşında iken yemeyi çok sevdiğim çikolataları annemin daha ben söylemeden almasını ve başımı okşayarak, bunu senin için aldım, demesini istemiştim. Ya da on yaşında iken annemin kötü bakışlarına maruz kalmamayı. Ya da onbeş yaşımda annemin ölmem gerek, konulu nutuklarını dinlememeyi. Bunlar büyük istekler değildi. Beş yaşındaki bir çocuk gibi annemden barbie bebek istememiştim, ya da on yaşında iken prenses elbisesi istememiştim, onbeş yaşımda annemden erkek arkadaşımın olması için izin istememiştim. Bunların hiçbirini yapamamıştım. Bunların hiçbiri için izin istememiştim. Benim tek istediğim diğer anneler gibi kızını çok seven bir anneydi. Çok mu şey istemiştim? Ya da gerçekleşmesi çok mu imkansızdı isteklerim?

Hastalıklı bir vücuda sahiptim. Çok çobuk hasta olup yatağa düşerdim. Ama hiçbir zaman bana bakan ya da sınıfımdaki diğer çocukların annesi gibi çorba yapan bir annem yoktu. Yolda ya da okulda kızlarını seven anne gördüğümde tek düşüncem, benim annemin neden beni sevmiyor oluşuydu. Acaba ben hata mı yapmıştım bilmeden? Ama ben hiçbir şey yapmamıştım. Onların bu tavrının tek sorumlusu çirkin oluşumdu. Onlara göre ben çok fazla çirkindim ve sevgi görülmeye layık biri değildim.

Bu söyleme kendimi bir zaman sonra o kadar inandırmıştım ki asla beni seven birinin olmayacağını düşünmüştüm. Hayatım boyunca bir tane arkadaşım, bir tane sevgilim olmuştu. Ama onlarda beni yüzüstü bırakmıştı. Onları suçlamıyordum, sonuçta ben çirkin ve sevgi görmeye layık biri değildim. Bunu yapmalarını hiçbir zaman yadırgamadım. Buna hakkımın olduğunu da sanmıyordum.

Ama Jong Dae ve arkadaşları o kadar farklıydı ki. Yıllardır savunduğum doğrumu yıkmışlardı. Yerine başka şeyler dikiyorlardı. Jong Dae'nin beni sevmediğini biliyordum. Asla onun beni seveceğini düşünmedim, düşünmezdim. Buna hiçbir zaman hakkım olmayacaktı, buna emindim.

"Masa dörde hesap götür, Yu Jin,"diye seslendi kasa başında olan iş arkadaşım Min Hee. Onu başımla onayladıktan sonra hesap kutusu ile birlikte masa dördün yanına gidip masaya kutuyu bıraktım. Bir adım geri çekilerek hesabı ödemesini bekledim. Masada oturan iki kızdan daha uzun görünen hesabı ödediğinde kutuyu masadan alıp hemen kasaya doğru ilerledim.

"Ah, yorulmuşum,"dedim iş arkadaşıma.

Min Hee sadece başını sallamakla yetindi. Zaten hep böyle olurdu. Bir yıl boyunca aynı iş yerinde çalışıyor olmamıza rağmen asla aramızda iş arkadaşından daha ileri bir ilişkimiz olmamıştı. Halbuki ben onunla arkadaş olmak isterdim, onun aksine.

Titreşimde olan telefonum titremeye başladığında pantolonumun cebinden telefonumu çıkarıp ekrana baktım. Baktığım an tükürüğüm boğazıma kaçmış gibi hissettim. Çünkü arayan Jong Dae idi ve ben o gecenin sabahından beri onu görmüyordum. Tam olarak üç gündür. Ne onu görmeye gitmiştim, ne de aramış veya mesaj atmıştım. Ve üç günün ardından o beni arıyordu.

Jong Dae'yi bekletmemek için terli elimi kot pantolonuma sürdükten sonra elimi ekranda kaydırarak aramayı cevapladım. Küçük bir yutkunuşun ardından titreyen elimle telefonu kulağıma dayadım.

"E-efendim,"dedim kısık sesli ve kekeleyerek. Elimde olmadan bir kaç defa öksürdükten sonra sesimi daha güçlü çıkardım. "Efendim,"

"Neredesin?"dedi melekleri andıran sesiyle. Ses tonu o kadar güzeldi ki insanı kıskandıran cinstendi.

"Şey, çalışıyorum,"

"Nerede?"dedi sabit bir ses tonuyla.

"Neden soruyorsun?"diye sordum merakıma yenilerek.

LİMERENCE / CHENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin