Ellerimin kanayacağını düşündüğüm vakit ellerim kanamaktan vazgeçiyordu. Cennet'e sığındığımı zannettiğim zaman Cehennem'in kucağında oturuyor oluyordum. Ben en çok sandıklarımın olmayışının esiri oluyordum. Cennet'in yokluğu ile kavruluyor Cehennem'in varlığı ile yanıyordum. İki kapı sunulmuştu önüme. Kapıların ardında kalanın beni beklediği şey aynı oluyordu. Gözlerinde katili gördüğüm yanık cesetli bir kızı bırakıyorlardı kucağıma. Kucağımda duran suret benim. Yanık yüzlü kız bendim. Ben olmaktan çok uzak olan bir kızın suratını ellerimin içine alıyordum. Soyulan derilerimi yanık yüzüne bastırıyor gözyaşlarının hakim olduğu yanaklarını siliyordum. Benden nefret ediyordu. Ondan nefret ediyordum. Biz birbirimizden nefret eden iki benzer bedendik. Bir iki kanlı beden birbirimizi katletmeye ant içmiştik. Ben beni kanlı elleriyle yazan kadının acısına ağlamaya söz vermiştim. Acıma değil acımıza ağlıyordum. Kollarımda canını bırakan bedenin getirdiği kelimelerin dayanılmaz acısı kollarımda yanık izini bırakıyordu. Kollarım yanıyor, bedenim ağrıyor. Ruhum beni terk ediyordu. Kanım çekiliyor olduğum konumu sorguluyordum. Yüzdüğüm suyun içinde boğuluyordum. Hayır, yüzdüğüm saf bir su değildi. Ben kanlar içinde kalmış havuzun içine bedenini bırakmış olan bir yılandım. Birçok insanın dilinde yer alacak insandım. Efsanelere konuk olacak bedenimi çiğ çiğ parçalayacak hikâyelerin içinde kendimi bulacaktım. Ben en çok kendim olmaktan çıkacak sığdırıldığım kalıplar içinde olacaktım. Olmaması gereken yanlışları doğrum yapmaya çalışacaklar. Doğrularımı yanlış sayacakları. Duygularımı hiçe sayacak yılanlarımı bir çöp gibi görecekti insanoğlu. İşte bu yüzdendi herkese olan öfkem ve belki de bu yüzdendi hayatı bu kadar çok sevip bağlı kalmam. Elimde tuttuğum siyah kapaklı kitabın varlığı kendini belli etmek adına yakmıştı avuç içimi. Yandığım topraklarda sürünüyordum. Karşımda duran adamın soğukluğu içinde boğuluyordum. Sesimi çıkarmıyor karşımda beni bekleyen yıkıma bakıyordum. Tenin getirdiği beyazlık içinde duran siyah kaşlarının biçimliliği gözlerimi alamama neden alıyordu. Kahverenginin en koyu tonuna eşlik eden gözleri onun beyaz teninin daha güzel durmasına neden oluyordu. Biçimli duran burnu ve uyum içinde duran kalın dudaklarıyla kasılan çenesi onun gerçekten yakışıklı olduğu kanısına varmak için yeter bir sebepti. Kardeşiyle benzer bir yanları yoktu. Siyah dağınık saçları alnına düşüyor onları geri itmek için bir çaba göstermiyordu. Gözlerini kırpmadan mavi gözlerimin içine bakıyordu. Elimde tuttuğum kitabı istemsiz olarak parmaklarımın getirdiği darbe ile sıkmıştım. Ellerime uzanan bakışları ile ortak hareket eden kaşları iyice çatılmış ve bedenimi gözden geçirmişti. Dışarıdan bir kaçık gibi duran bedenim kendini ele vermek için yeterde artardı. Sorduğu soruyu zihnimin en ücra köşesine fırlatmıştım. Derin nefesini ciğerlerine doldurmuş. Heybetli bedeni yükselmişti. Geniş omuzlarının getirdiği ince bir bele ve uzun bacaklara sahipti. Gerçekten böyle insanların varlığını sürdürdüğünü düşünemezdim. Onu tarif edecek birçok kelime bulabilirdim fakat hiçbir tanıma sığamayacak kadar eşsizdi. Gözlerimi kapatmış ciğerlerime oksijeni hoş görmüştüm. Yakıcı oksijen beni dağlıyordu. Tek kaşını kaldırmış gözlerim ve elimdeki kitap arasında mekik dokuyordu. Kalın sesi kulaklarımda uğulduyordu. "Bulmuşsun." Kitabı kastettiğini anlamış ve bulmamam gereken bir şeyi tuttuğumu anlamıştım. Gerçeklerle yüzleşmek sadece bir kitap kapağının arkasında yer alıyordu. Onaylar derecede kafamı sallamıştım. Sesimi kaybetmiş dudaklarıma bir mühür basmıştım. Bir adım atıp yanıma yaklaşmıştı uzun boyuna kafamı kaldırıyordum. "Bulmaman gereken bir şeyi kim senin avuç içlerine bıraktı yılan." Başımı dikleştirmiş kendimi bulmaya çalışıyordum. Güler gibi nefesimi dışarıya bırakmıştım. İlginçti. Konuşmamış ağzıma tek bir laf bile almamıştım. Kapıda duran anahtarı çevirmiş gitmek için can atıyordum. Gitmeme engel olmayacağına adım kadar emindim. Daha yeni tanıdığım bu adam için bunu net bir şekilde söyleyebilecek kıvamdaydım. "Gözlerine dikkatli bak! Duha'nın sesi sensin." Açtığım kapının ardında gelen soğuk bacaklarım donması için yeterli bir sebepti. Sadece donan bacaklarım olmayacaktı. Kafamın içinde asla susmayan Duha'nın sesi donmuştu. Hissedilmeyen varlığının bu adam tarafından bilinmesi susması için yeterli bir sebep olmuştu onun için. Kendimi dışarı atmış bilmediğim yolları adımlıyordum. Elimde tuttuğum kitabın sıcaklığı elimi yakıp kavuruyordu. Kitabın ağırlığı beni olduğum yerden kurtulmaktan çok daha fazla zorluyordu. Gidiyordum bilmediğim yerden evime dönmek içindi tüm bu nedenlerim. Toprak'ın varlığını koruduğu bu eve dönebilmek içindi tüm nedenim. Varlığımı yok sayan ailemi bir kez daha görebilmek içindi tüm çabam. Ağlıyor muydum? Belki. Bu gece gökyüzünden akan her bir yağmur tanesi bendim. Yağan yağmurun getirdiği soğuktu. Soğuğun yanında bedenim ıslanmış hastalanmamam için hiçbir neden kalmamıştı. Bedenim titriyor, ellerimi hissetmiyordum. Gözlerimden akan kor taneleri yanaklarımda bir sıcaklık bırakıyordu. Bıraktığı sıcaklık yağmur tanesinin soğukluğu ile yok oluyordu. Ben durmadan ağlıyordum. Yağmurun yağdığı kadar akıtıyordum gözyaşlarımı. Arkamda bıraktığım iki katlı şık ev şimdi çok uzaktaydı. Tanımadığım bir caddenin ortasına oturmuş hıçkırarak ağlıyordum. Nedendi ağlamam, kaybettiğimin acısı mı? Toprak'ın özlemiyle kavrulan bedenimin isyanın sebebi miydi? Babamın getirdiği acılar beni derbeder eden yoksa olmadığım bir varlığın baş yapıtı olduğum için miydi? Efsaneler kitaplarda yaşamalıydı. Gerçekte var olmamalıydı. Çöken sadece bedenim değildi, zihnim de çökmüştü. Benliğim değildi beni ter eden ruhum bedenimi terk edeli çok olmamıştı. Geçen arabaların çaldığı kornalar beni uyarıyordu fakat buradan kalkmak isteyen kimdi ki. Kalkmıyor gökten sicimle inen yağmurun altında kendimi tutmadan ağlıyor ağlayamadıklarımın acısını çıkarıyordum. Uzun çalan kornayı duymazlıktan gelen zihnim yaptıklarına pişman olmayacak kadar da gaddardı. Bedenimin hemen yanında biten araba suratle gelse beni görmeyecek ve ezecekti. Kulaklarımı sağır eden sesler başımın ağrımasına neden oluyordu. "Sen deli misin? Seni görmesek ezeceğiz manyak mısın sen?" Çığlıklar içinde bana doğru koşan kızı umursamıyor oluşum onu çileden çıkarıyordu. "Seni ezecektik diyorum. Sağır mısın? Çıldıracağım ya." Gözlerimin kırmızının en koyu tonunu aldığına yemin edebilirdim. Islak saçlarım yüzüme yapışmıştı. Başımı çevirmiş arabadan inen ve bana bağıran kızı hedef almıştı. Gözlerimi gördüğü zamanki yüz ifadesi korkunçtu. Cılız işitilmeyen sesim dudaklarımdan kelimeleri zor çıkarıyordu. "Keşke ezseydiniz." İrileşmiş kahverengi gözleri bir şoku daha üzerine almıştı. Kalın dudakları aralanmış iri gözleri çok daha fazla aralanacakmış gibi duruyordu. Esmer tenine eşlik eden hafif açık kahve saçları ıslanmış ve olduğundan daha koyu gösteriyordu. Küçük ve düzgün burnu kızarmıştı. Çenesinde duran çukurluk onu güzel gösteriyordu. İnce kavisli kaşları çatılmış olanları anlamaya çalışıyordu. Burada durmasının bir manası yoktu. "Sen... sen çıldırmışsın." Mırıldanan dudaklarından çıkan kelimeler isteği dışında gerçekleşiyordu. Derin titrek bir nefesi içime çekiyordum. Bıkmıştım. Yanımızdan geçen arabaların delice çaldığı kornalar sabrımı taşırmıştı. Kızın yüzüne bakmış ve ayağa kalkmıştım. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum kitabın ıslanmaması için çaba göstersem de bu imkansız bir şeydi. Soğuğun ve yağmurun sicim gibi işlediği bedenim artık dayanamıyordu. Katlanamadığım şeyler yüklemiştim bedenime. Arkamı dönmüş ve onları geride bırakıyordum arkamdan sesleniyordu. "Hey! Nereye gidiyorsun?" Arkamdan gelen ayak seslerini umursamıyor daha hızlı yürüyordum. Arabada bıraktığı erkek arkadaşı içinden bin bir türlü küfrü bana sayıyor ve kız arkadaşının yaptığı saçmalığı anlamıyordu. Bilemiyorum ağabeyi de olabilirdi. Kolumdan tutmuş ve bedenim savrulmuştu. Kendime sahip çıkamıyordum, dengem kayıptı. Gözlerinin içinde kendimi görüyordum. Bitmiştim. Yağmur durmuyordu. Bir yabancıya yardım etme isteği ne zamandan beri devam ediyordu? Kolumu tuttuğu eline bakmıştım. Yürümemem için sıkı sıkıya tuttuğu elini gevşetmiş yüzüme bakıyordu. Kolumu elinden çekmiştim. "Ne istiyorsun?" Kendine çeki düzen vermişti. "Sadece yardım etmek istedim. İyi görünmüyorsun. Hatta korkunç görünüyorsun." Korkunç göründüğümü görebiliyordum. Bu onu ne kadar ilgilendirirdi ki. İnsanların ne yaşadığını bilmeden neden acısını yaşamasına izin vermiyorsunuz. Belki ben hayatımı sizin arabanızla sonlandıracaktım. "Yardım etme. Arabana bin ve evine git ne dersin?" Arkamda bıraktığım kızın benden nefret ettiğine adım kadar eminim. Yapabilecek bir şeyim yoktu. Yapabileceğim çok şey vardı. "Bana izin ver. Seni evine bırakalım." Sabır çekmem bir işe yaramayacaktı. Yağmurun gökten yarılmış bir şekilde inmesi kitabın daha fazla ıslanmasına neden olacaktı. Ve bu yazıları okuyamayacağım anlamına geliyordu. Arkamda dikilen ve sırılsıklam olmuş kıza baktım. "Tamam." Mutlu olmuştu. Birinin ölmemesini istiyordu. Ayaklarım arabaya doğru yol alıyordu. Bindiğim BMW bir arabaydı gösterişli ve pahalıydı. Kapının arkasında bıraktığım soğuk beni donduruyordu. Çözünen kemiklerim sıcak için yalvarıyordu. Sürücü koltuğunda oturan adamın kıza kaş göz yaptığını görüyordum. Rahatsızdı. Bir yabancıyı ne diye arabasına alsın ki? Kızın gözleri yalvarır derecede oğlana bakıyordu. Çocuğun ela gözleri dikiz aynasından gözlerimi buldu. Tok sesi ona oturuyordu. "Eviniz nerede?" Nerede olduğumu bilsem tarif etmem çok daha kolay olabilirdi. Etrafıma bakındım. Tanıdık olmayan sokakların içinde kaybolmuştum. Cevap bekleyen gözleri sabırla bana bakıyordu. Evimin adresini tarif etmiştim. Sessizlik kefenini geçirmiş yol boyunca kimse konuşmuyordu. Geldiğim yerin uzaklığı beni dehşete düşürüyordu. Çalan telefonun iç gıcıklayan melodisi ortama ses katmıştı. Kızın ince sesi oğlanı bulmuştu. "Devrim arıyor." Çocuk telefonu eline almış acele ile açamaya çalışıyordu. Devrim'in o olmayacağını düşünüyordum. Kaderin bu kadar bizi bulması biraz zor değil miydi? "Efendim?" Karşıdan gelen sesi dinliyor sıkıntıya düşüyordu. "Ağabey, geliyorduk. Bir iş çıktı." Bağırdığına adım kadar emindim. "Gelemem şimdi. Kızı bırakıyoruz. Beş dakikaya gelir anlatırım." Memnun değildi. Farkındayım insanlara emrivaki yapıyordum. "Arabayı durdurur musunuz?" Telefonu kapatmayan çocuk tek kaşını kaldırmış nedenini sorguluyordu. "Gelmedik daha?" Başımı olsun anlamında sallamıştım. "Lütfen." Kızın bakışları beni tutmuştu. "Teşekkür ederim. Emrivaki gibi oldu. Sizi işinizden aldım. Durur musunuz?" Kızın gözlerinin içinde beliren sevgi beni anlıyordu. Elime uzattığı kağıda baktım. "Ne olursa olsun, beni ara." Anlamayan bakışlarım onu uzatmıştım. Bana güvenmişti. Neden güvenirdi bir insan? "Her zaman arayabilirsin." Çocuğun ters bakışları kızın umurunda bile olmamıştı. Onu onaylamış arabanın kapısına uzanmış bir bacağımı dışarıya atmıştım çocuğun sıkıntılı sesi karşısında duran adamı ikna etmeye yetmiyordu. "Kıza çarpıyorduk. Tutku'nun gönlü el vermedi bırakalım dedik... Ağabey anlıyorum." Kapıyı kapatmış adını öğrendiğim Tutku'nun salladığı eline hafifçe karşılık vermiştim. Yağmur azalmıştı. Evimin yukarısında yer alan parkın çamurlu görünüşü hiçbir çocuğun oynamak isteyeceği bir yer gibi durmuyordu. Yazın sıcaklığı vursa parklara çocukların neşe kaynağı olacaktı. Duha'nın cılız sesi beni parçalıyordu. "Varlığımı biliyor." Yol boyunca konuşmamıştı. Varlığını nasıl bildiğini sorgulamıştı. Onunla nasıl iletişim kurabildiğimi bilmiyordum. Sorgulamıyordum. Aramızda oluşan bağı daha fazla kurcalamak istemiyordum. Onunla konuşmadım, susmam onu daha fazla üzüyordu. Hissediyordum. "Beni biliyor." Cevap vermem için yalvarıyordu. Cevabını bilmediğim soruların yanıtını bilmiyordum. Cevabını bildiğim soruları yanıtlayamıyordum. "Beni hissediyor Eflal." Hissedemediklerimi hissediyordu. "Beni parçalıyor." Yok sayarak evime doğru gidiyordum. Yaşamak için büyük bir uğraş verdiğim evime gidiyordum. Karşımda duran krem rengi evin pek bir anlamı kalmamıştı. Anılarım canlanıyor. Çocukluğum koşuyor, gençliğim okulun yolunu tutuyordu. Yirmi üç yaşım yaşadığım anılarıma bakıyordu. Kapıya varmış parmaklarım çalmak istemediği zile basmıştı. Megafondan işittiğim sesin ağırlığı kalbime oturmuştu. Babamın sesi. "Kimsin?" Dudaklarım aralanmış, yediğim tokadın sıcaklığı yanağımda can bulmuştu. "Benim, baba." Baba kelimesi üzerime yıkılmış taşların altında eziliyordu. Açılan kapıyı ittirmiş binanın üçüncü katına çıkıyordum. Adımlarım yavaşlıyor intihar etmek için giden bir ölünün ayak izleri gibiydi. Yavaştı çünkü yaşadığı hayatın son demlerine bakıyordu. Anılarını hissediyor, yaşadığı acıları son kez yanarak izliyordu. Bir an ansızın kendini ait olmadığı dünyadan bırakıyordu. Merdivenin son basamağında gördüğüm suret annemdi. Babam kapıdan ayrılmış içeriye geçmişti. Açılan dudaklarını elleriyle kapatmış. Yıktıkları enkaza bakıyordu. İnşa etmek için uğraştığım sağlamlığı ile dimdik duran bedenim kendi ellerimle koyduğum taşları üstüme bırakmıştı. Bedenim artık enkazın altındaydı. Bedenim artık bir enkazdı. "Doğa." Şaşkınlıktan dökülmüştü dudaklarından ismim. "Ne oldu sana?" Anneydi. Merak ediyordu kızına ne olduğunu. Beni parçalamıştınız. Beni bir yangın ortasında bırakmıştınız. Ayakkabılarımı çıkarmış evin sıcaklığını hissetmiştim. "Doğa? Sana diyorum." 'Size diyorum ne demek bu?' Toprak'ın bedenini kaybettiğimiz zaman sorduğum hiçbir soruya cevap alamamıştım. "Doğa! Kendine gel annenim ben senin." Dudaklarıma bastığım mührü kırmıştım. "Annemsin. Sen benim annemdin. Seni canım gibi sevdim. Ben annemi çok sevdim. Ben en çok seni sevdim. Babamı sevdim. Sizi sevdim. Evladının ölümüyle sorumlu tuttun bu bedenimi. Senin getirdiğin acıyı bana sundun. Seni es geçen bana tutundu. Beni bir katil yaptın. Canımdan çok sevdiğimin ölümüyle sorumlu tuttun. Anne ben sadece yaşamak istedim. Senin ellerinle getirdiğin ölümün sorumluluğunu yükledin. Toprak'ın göz göre göre ölmesine göz yumdun. Bu hikâyedeki asıl katil sensin!" Gözümden kendini bırakan gözyaşı tutunamamıştı. Susmuş karşımda duran kadına baktım. Mavi gözlerinden akan yaşlara baktım. En çok beni katledene baktım. Babamın varlığı annemin yanında yer almış bana karşı çıkmaya hazırdı. "Düzgün konuş. Yoksa..." Burnumdan bıraktığım nefes bana karşı gülüyordu. "Yoksa. Değil mi baba? Yoksa daha fazla döversin. Yediğim tokadın bin mislini yerim yine değil mi? Beni suçladığınız kadar suçlusunuz. Sustuğunuz kadar Toprak'ın katilisiniz. Onun hayatını çaldınız siz. Benim hayatımı çaldı varlığınız." Babamın yaklaşan bedeninden sakınmış annemin yalvarır gibi çıkan sesi durdurmuştu. "Enver, yapma." Odanın kapısını açmış kilitlemiştim. Odanın ortasına çöken bedenim karanlığa gömülüyordu. Karanlığa gebe kalmak için boğulan ruhum kırmızılar içinde yüzüyordu. Elimde duran kitap bana ağırdı. Bize ağırdı. Duha'nın sesi burada bedeni boynumda dolanıyordu. Onu hissediyordum. "Okuyacak mısın?" Hazır değildim. Hazır olmak istemiyordum. Yaşadığımın şaka olması için Tanrı'ya yalvarmaya hazırdım. "Bilmiyorum." Soğuktan akan burnum ve titreyen bedenimi sıcak suyun altına koyacaktım. Sonra da okuyabilirdim. Dolabın kapağını açmış kıyafetlerin arasına kitabı bırakmıştım. Uzun siyah salaş bir kazak almış altıma siyah taytımı ve gerekli çamaşırları alıp odadan çıkmıştım. Banyoda üzerimde duran ıslak kıyafetleri kirli sepetinin üstüne bırakmıştım. Sıcak suyun gelmesini bekliyor karşımda duran aynaya bakıyordum. İnsan kendine yabancılaşır mıydı? Yabancılaşırdı. Mavi gözlerim cansız fakat kırmızlıklar içinde parlıyordu. Siyah saçlarım beyaz tenime yapışmış ve beni bunaltıyordu. Zayıf olan bedenim gittikçe zayıflıyordu. Kalın dudaklarım kırmızıya çalıyor düzgün ve küçük burnum kızarmıştı. Kavisli kaşlarıma uzun kirpiklerim değiyordu. Dudağımın üstünde belirgin olan çukur yüzümü belli ediyordu. Sıcak olan suya bedenimi bırakmış ve gevşetmiştim. Sıcaklığı alan bedenim kendini salmıştı. Beni bekleyen bir kitap ve içinde yazılan onca anı vardı. Sıcak bir suyu bedenimden akıtıyor ve ızgaralardan kaymasına izin veriyordum. Saçlarımı şampuanlamış ve ferah kokan bir duş jelini life dökmüş alabildiğine kadar bedenime sürtüyordum. Kazımak istediğim bedenimi yok etmek istiyordum. Akan suyun ardından kendini bırakan köpükler tutunamıyor ve gidiyordu. Suyu soğuğa çevirmiş kendimde şok etkisi yaratmıştım. Duşa kabinden çıkıp bornoza sarılmış kendimi kurulamış getirdiğim kıyafetleri üzerime geçirmiştim. Saçlarımı hafif nemli kalacak şekilde kurutmuş ve banyonun buharıyla donandığı yeri terk etmiştim. Odanın beyazlığına tezat olan siyah yatak örtüsü kasvetin nedeniydi. Camın önünde yer alan bir çalışma masam vardı. Küçük bir halim ve büyük bir kıyafet dolabım. Ve içine sığmayan dolup taşan bir kitaplığım. Kitaplarımı insanlardan daha çok severdim. Dolaba koyduğum siyah kapaklı kitabımı elime almış yatağın üstüne kurulmuştum. Gri ve zümrüt yeşili ile siyahın hakimlik kurduğu kuyruğu bir çok insanın canını yakacak kadar güzeldi. Şahmaran'ın gülen yüzü ve mavi parlayan gözleri bana benziyordu. "Oku. Hadi." Bana ısrar eden Duha'da ben kadar meraklıydı. Siyah kapağı aralamış ve sarı ile krem arasında mekik dokuyan sayfanın üzerine güzel bir yazı ile yazılan ilk sayfayı okumaya başladım. Bu bana acıydı. Ruhumu kaybedişim bu yazılar arasında gerçekleşmişti. Ben asıl varlığımı unutmuş kitabın getirmiş olduğu varlığıma sığınmıştım. Ben aslında öleli çok değil az bir zaman geçmişti. Ben kitabın arasında kalan bedenin gerçekliği ile sarsılalı çok değil az bir zaman geçmişti. Ve biz öleli çok olmamıştı...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şahmeran
FantasiArkandayım... Maranların soyunun en güçlü kadınıydı. güzelliği yılanların zehri ile harmanlanmıştı. Pullarıydı varlığını yok eden acısıydı öldürdüğü insanların kanı ve sizdiniz arkanızda gördüğünüz suretin resmi. Kırmızıydı ölümümün rengi ve siyahtı...