bir

167 13 14
                                    

Küçük şeyler üzerinde düşünmeyi severdim.

Örneğin, salonumdaki lamba beni çeker miydi? Biri günler sonra kapımı kırarak içeri girdiğin de salonda mı sallanmak istiyordum, yoksa yatak odamda mı? Hangi ölüm daha az acıtırdı? 

Yalnızlığın en kötü yanlarından biri de buydu: İnsanların seslerini unuttukça içindeki şeytanlar daha güçlü bağırıyordu.

On dokuz yaşıma kadar ölüme karşı koyulamaz bir sempatiyle yaşamaya çalıştım. Tek düşündüğüm, eninde sonunda başıma gelecek şeyin o olduğuydu. Arada ne yaşadığımın tek önemi Tanrı'ydı. Sanırım bu yüzden, ölüm ilk aklıma geldiğinde bile kendimi tutabilmeyi başarmıştım. Ancak seneler, bunu itiraf etmekten duyduğum utancı biraz bile hafifletmemişti. Ölümü düşünmenin bile beni mutlu ettiği günlerin sonunda, bu halde olduğum için kendimden tiksiniyor, asla değişemeyeceğim gerçeğinin bıraktığı hasarı uykuyla emmeye çalışıyorum.

Ölümün neye değeceğini merak ediyordum.

Birileri üzülür müydü, birileri pişman olur muydu? Birileri elbet kızacak ve konuşacaklardı. Nankör kız olacaktım. Dışarıda onca evsiz ve aç insan varken bunu yapmamın hiçbir geçerli nedeni yoktu. Şimdiki gençlerden biriydim. Büyük ihtimal şımarık da olacaktım. Hatta annem ve babam yaşasa benden utanç bile duyarlardı. Tüm bunları diyeceklerini, hatta evimin önünde bir ambulans ya da bir polis arabası gördüklerinde komşularımın aklından geçecek ilk şeyin bile bu olacağını biliyordum.

Onlara hak veriyordum. İnsanlar milyonlarca acıyla baş etmeye çalışırken, benim yaptığım nankörlükten başka bir şey değildi. Ama bununla doğmuştum. Önüne geçemiyordum. Nasıl yaşanır öğrenemiyordum. Acıyı seven hastalıklı bir zihnim vardı. Tanrı şahidim, biri bana ne yapacağımı söylese hayata tutunmak için elimden gelen her şeyi yapardım. 

Saat belki altı, belki de daha geçti. Evimin hiçbir yerinde saat olmadığı için bilmiyordum ancak hava kararmak üzere olduğu için hemen hemen birbirine yakın tahminlerim vardı. Sokak lambaları birazdan yanardı. Şimdilik sadece evimi bir gece lambası gibi hafifçe aydınlatan şey batan güneşti. Perdemin arasından sızıp karşımdaki duvara vuruyordu. Onu daha yakından görmediğim için minnet dolu hissediyordum. Onu görünce gözlerim acıyor, başım ağrıyor, içim sebepsizce huzursuz oluyordu. 

Odanın içinde hafif bir koku vardı. Çok sevdiğim bir sanatçının hüzünlü ve kızgın sesini dinliyordum. Dizlerimi kendime çekmiş o kadar uzun zamandır oturuyordum ki ağrıdıklarını hissettim. Uyandığımdan beri bu küçük koltuktaydım. Hiçbir işe yaramadığımı düşünüyordum.

Özgürce yazabildiğim zamanlar bir sıkıntı yoktu. Hiç kimsenin okumadığı, sırf içimden geldiği için yazdığım romanlar hep en güzelleri oluyordu. Sonra içinden çıkamadığım, Tanrı şahidim beni kalp krizinden öldüreceğini düşündüğüm bir tükenmişlik sendromu zihnimi ele alıyordu ve kağıdın başında saatler geçirdikten sonra tekrar depresyonun beni şehvetle çağırdığı yatağına kıvrılıyordum.

Yazmayı bırakmalıydım. On sene sonra aklıma gelen en zekice plan buydu. Siktiğimin kalemini kırmalıydım. 

Ama yazmaktan başka ne yapılır bilmiyordum.

Hava tamamen karardıktan sonra bir saat kadar daha oturdum. Belki iki, kim bilir. Kafamı sıkıp patlatmak istercesine başımı ellerimin arasına sıkıştırmış ağlıyordum. Sesim vardı ama isyan edip kendini dışarı atamıyordu. Onu zincire vuruyordum. Aynanın karşısında sessizce ağlamaktan suratım kırmızıya dönmüş, alnımdaki damarlar fırlamıştı. Kendimi böyle aciz görmek, bu zamanlarda hoşuma giden tek şeydi.

Fernweh #1Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin