Gökyüzü yaşlandığında, henüz küçükken parça parça düşmeye başladım toprağa. Ruhumun parmakları buz kesti, kalbim cayır cayır yanmaya başladı. Bulutların bir söz verdiğini işitmiştim oysa, parçalarımı toplayacak birini çıkaracağını söylemişti bana. Öyle ki, bir daha hiç bölünmeyecektim.
Henüz yeni yeni tepelerin ardına saklanan güneşin son ışıkları yansıdı en az benim kadar bölünmüş adama. Saç uçlarına dokundu, çocuğunu sever gibi sevdi. Ben ise gölgede kaldım, olduğum yerden hareket dahi edemedim. Beş dakika geçti, belki on, hiç anlayamadım.
Kim bilir, belki de milyonuncu kez başımı yere çevirip onun bir sanrı olduğunu söylemiştim kendime. Ondan başka da hiçbir yere bakamamıştım. Kahin efendi de bakışlarını sürekli o noktaya çeviriyordu. Benim gördüğüm şeyi görüp görmediğini merak ediyordum. Zira gerçek değilse eğer, hasta olduğumu kabul edecektim artık.
Sehun bir sorun olduğunu anlamış olmalıydı. Bakışlarımın parçalandığı noktaya baktığında ise bedeni kasıldı, boğazını temizledi ve kendini yutkunmaya zorladı. O sırada, o beyefendi başındaki şapkayı gözlerinin önüne biraz daha kapatıp arkasını döndü ve ilerlemeye başladı.
Telaşlandım.
Korktum hatta.
Eğer o ise, onu bir daha kaybetmekten deli gibi korktum. Hızlı hızlı nefesler alırken etrafıma bakındım. Sehun ne yapacağımı merak ediyor gibiydi. Olduğum yerde hareket etmemin, onun peşinden gitmemin doğru olup olmayacağını tartıp durdum kafamda. Sonunda ise kendimi hareket ederken bulmuştum.
Yine de, henüz birkaç basamak inmiştim ki Sehun bir anda karşıma geçip yanında duran askerlerden birinin kılıcını çektiği gibi beni hedefi belledi. "İçeriye girmelisiniz." dedi dişlerinin arasından teker teker.
Askerler de beni korumak amacıyla kendi kılıçlarını çektiğinde kaşlarımı çattım. Beni kimden koruyorlardı? Sehun'dan mı? Yoksa eşimden mi? Bahçede yankılanan kılıç sesleri birbir sessizliğe bürünürken Sehun aynı ifadesiyle gözlerime bakmaya devam etti.
"Çekil önümden." dedim ona bir adım yaklaşarak. Aynı şekilde bana bir adım attıktan sonra kılıcı bana biraz daha yaklaştırdı.
"O her kimse," dedi ve yutkundu. Yüzüne yabancısı olduğum bir ifade yerleşti. "O her kimse, peşinden gitmeyin. İçeriye geçin lütfen."
Neden böyle davrandığını, sebebini gerçekten merak etmiştim. "Sehun çekil."
"İçeriye girin!" Bağırmamıştı ama size yemin ederim bağırsa daha az etki ederdi. Öyle bir ses tonu kullanmıştı ki, iliklerime kadar ürpermiştim.
"Sana çekil dedim!"
"İçeriye gir!" Evet, bu sefer bağırmıştı. İrkilerek ona bakarken birkaç asker geriye çekildi. Bir anda kendimi hırsla arkamı dönmüş, içeriye giderken bulmuştum. Bunu nasıl yaptığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ancak bacaklarıma komutu ben değil, o veriyor gibiydi. Zira benim içeriye girmeye hiç niyetim yoktu.
Öfkeyle içeriye girip koridoru döndüğüm an ayaklarıma pranga bağlamışlar gibi olduğum yere çakıldım. Arkamı döndüğümde çoktan diğerleri içeriye girmiş, kapıyı kapatmışlardı.
Sanki onu, bir kez daha kaybetmiştim. Üstelik gerçek olup olmadığını bilmiyordum ama Chanyeol karşımda öyle kanlı canlı duruyordu ki, inanmadan edemiyordum. Tekrar yenilmiştim.Biliyordum, Kahin efendi ona karşı olan aşkımı almıştı içimden ancak özlem duygusu hiçbir şeyin önüne geçememişti. Ve sanırım artık geçemeyecekti.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
VELNOR /HunHan
FanfictionZamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Hem akıl çağıydı, hem cahillik. İnanç devriydi. İnandıkları şey ise dönemin yeni Kral'ı Luhan'dı. Galaksinin, Batı Samanyolu'nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede gözlerden uzak...