bir

581 26 10
                                    

10 SENE SONRA.

Geçmiş; iki istiridye kabuğunun arasında saklanan inciydi.

Herkesin boynuna hayatı boyunca bir inci kolye asılırdı, geçmişin altın günlerinden kalan. Saklayabilen, koruyabilen, parlatabilen zengin olurdu günün birinde. Onu kaybeden ise neyi kaçırdığından habersiz ruhuna işleyen felaketle yaşar, varoluşundaki her çirkin ayrıntının farkında olarak devam ederdi hayatına.

Ben kendi incimi Londra'nın sokaklarında düşürmüştüm. Geleceğimin tanyeri kara bir lekeye boyanmış, günlerim birbirine sarmaş dolaşken kendimde onları ayıracak derman bulamamıştım. Özlem; köklerini kalbime saran bir ağaç gibi içimde filizlenirken, ben büyüyememiştim.

Kaderin dolambaçlı yolları, akıl dolu labirentleri beni yine geçmişe, doğduğum şehre bırakmıştı. Bir leyleğin ağzından düşer gibi düşmüştüm uçaktan ve bu sefer, aynı hataları ikinci kez yapmayacaktım.

Elimde olan tek şey anneliğimdi. Usta bir terzinin elinden çıkar gibi dikmiştim içimdeki kadının en hassas, en ince noktalarını; iğneyi her iplikten geçirişim de öğrenmiştim bu yolların ne kadar dar ve zor olduğunu. Zamanla dikişlerim iki çocuğun yaralarını dikmiş, sonra beceriksizliğim yüzünden sökülmüştü iplikler. Ve öğrenmiştim ki bir iplik sökülürse, diğerleri de iğne ucuna takılmış gibi beraberinde gelirdi.

"Radyoyu açsam senin için sıkıntı olur mu?" Başımı refleks gibi iki yana salladım. Jake'in elleri düğmeye uzandıktan hemen sonra arabanın içini hoş bir erkek sesi doldurdu. Bir an Doğu ve Batı'nın tüm güzel karışımları hoparlörlerden içeri akıyor gibi hissettim.

"Ollie'nin evlendiğine inanamıyorum," diye mırıldandı bir süre sonra. "Çocuğu olduğunda bile bu kadar şaşırmamıştım."

"Beş senedir aynı kadınla beraber, iki yaşında bir kızları var. Bunun acele bir karar olduğunu sanmıyorum, evlat."

Gülüştük. Bakışlarımı çaktırmadan dikiz aynasına çevirip arka koltuğa baktım. Jane incecik kollarını birbirine dolamış, bakışlarını camdan dışarı çevirmiş, üzüntüsünü ve kızgınlığını dışa vurmaktan çekinmeyerek suratını asmıştı. Ona yazlık elbiselerinden birini giydirmiştim. Sarıya çalan kahve saçlarının üzerine bir bant geçirmiş, gözlerini kısarak orman yeşillerinin üzerine set çekmişti. Onun hislerini o kadar iyi tanıyordum ki, kollarını göğsünde kavuşturmuş dışarıyı izlerken hem benim, hem ağabeyinin sesini duymaktan nefret ettiğini biliyordum.

Bir an ona laf atacak olduysam da vazgeçtim. Burada dayısının düğünü için gelmiştik, birkaç gün kalıp geri dönecektik. Onun keyfini bozarsam ucu en çok bana dokunurdu.

Jane benim kana bulanmış incimdi. Onu doğururken dizlerime kadar kana bulanmış, onu doğurduktan sonra da boyumu aşan bu ölüm kokusunun içinde yüzmeyi öğrenmiştim. Benim tüm acılarımdan, tüm yalnızlığımdan ve tüm aşkımdan meydana gelmişti: Gördüğüm en güzel şeydi.

Zayn'in son hediyesi boynuma astığı bu kolye olmuştu.

"Babam da orada olacak mı?" diye sordu iki koltuğun arasından kafasını uzatıp. Cevabını beklerken oldukça enerjik görünüyordu. Somurtkanlığını askıya almış, arabadaki sinirleri gereceğini bildiği için heyecanlanmıştı. "Onu davet ettiniz mi? Görebilir miyim?"

"Saçma salak konuşma."

"Jake," diye fısıldadım. Sesim algılarına sert bir uyarı gibi saplandı. "Sen karışma."

"Neden saçma salak olsun ki? Herkes babasını görebiliyor, ben görmek isteyince niye saçma oluyor?"

"Saçma falan değil elbette, Jane. Babanı görmek en büyük hakkın. Sadece onun düğüne davetli olduğunu sanmıyorum ve..."

weapons and traumas 2 || zmHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin