~ 2 ~

178 92 94
                                    

"Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara..."

Pablo Neruda

🍁🍁

(5 YIL ÖNCE)

Çaresizlik, insanın iliklerine kadar işleyen ikinci bir deri gibidir adeta. Düştüğün çukurun duvarlarını, tırnaklarını kırmadan aşındıramazsın ama kurtulamazsın da hiçbir zaman. O anda umut etmekten başka çaren kalmaz fakat umut, acımasız kaderin dizlerinde açtığı yaraya tuz basmaktan farksızdır. Sızlatır ama iyileştirir.

Umudu aşılayan tek şey ise karşındakinin ağızdan çıkacak kelimelerdir. İnsanlar o bir tek kelimeyi bile söylemekte bencil olurlar bazen. Karşılarında gözlerin çığlık çığlığa bağırsa bile onlar ağzından çıkan 'iyiyim' kelimesini duymayı tercih ederler. Anlatmanı beklerler senden. Çaresizliğini yana yakıla bağırmanı, 'bak burası işte' diye yaranı göstermeni isterler.

Gösterince de, en sevdiğinin toprağını avuçlarında sıktığın bir cenaze alayının ortasındaymış gibi koluna hafifçe vurup 'geçer' demeyi yeterli bulurlar ama bilmedikleri şey; acılar kelimelerle anlaşamaz. Zaman geçer; saatler gün olur, günler yıl, yıllar asır. Ömür geçer; her yaş bir hatıra işler tenine. Sen geçersin; kendinden, hayattan, yaşamaktan. Ancak 'geçer' dendiğinde geçmeyen bir şey vardır, yaralar. Sürekli kanar, hiç kapanmaz. Şimdi genç kadının ellerinin arasında artık umut değil, ondan geriye kalan izleri vardı.

~~

Aralık ayının son akşamının ılık esintileri bile içini ısıtamazken denize karşı bir bankta oturup, kafasını ellerine yaslamış hayatın acımasızlığına ağlıyordu Turna. Kendine değil, artık kendine ağlayacak hali yoktu. Az önce yanından geçen ayağı incinmiş kediye, toprağın üstünde tek başına açmış çiçeğe hatta birbirine karışamayan mavilere ağlıyordu. Belki bir saat belki de daha fazla saattir burada oturuyordu. İnsanların onu bu şekilde görmesi umurunda değildi o an. Yalnızca içini boşaltıp eve soyutlanmış halde gitmek istiyordu. Krem pantolonunun üzerine giydiği bordo ceketinin kolları gözyaşlarından dolayı ıslanmıştı. Gittikçe grileşen bulutlar gökyüzünü iyice kaplamış, yağmurun geleceğini haber veriyordu.

Kalbi, yeryüzünün izlerini taşıyordu bu dönemlerde. Bazı zamanlar güneş en tepede duruyor, kalbine baharları getiriyordu. O zamanlarda, çiçekleri yüzünü ışığa dönüyor, denizlerinin dalgaları vuruyordu göğüs kafesinin duvarlarına. Ama bazı zamanlarda ise, tıpkı şimdi olduğu gibi, fırtına öncesi sessizliği yaşıyordu. Rüzgarlar savuruyordu tüm acılarını sonbaharda dalından ayrılan bir yaprak misali oradan oraya. Bulutlar gölgelenip yağmurlarını gözlerine ziyaretçi gönderiyordu. Davetsiz misafirini şuan ağırlamak istemese de sert bir poyraza yakalanmıştı. İçinin zindanları onu hapsetmiş, kapılarına kilit üstüne kilit vurmuştu. Tam olarak çıkmazdaydı. Yolun sonunda beyaz ışığı bırak siyahı bile görünmüyordu. Öyle renksiz, öyle hayatsızdı...

Kendi içinde savaş verirken yanında birinin varlığını hissetti. Bedeninden yayılan sıcaklıktan soğuk havaya rağmen ısınırken o an kendiyle savaşan düşmanları silahsız kalmış, teslim oluyorlardı sanki birer birer. Kim olduğunu bile bilmediği bu insan, sessiz sedasız yanında otururken sanki onu ağlatanlara olan isyanının sesi oluyordu. Denizin kokusuna karışıp gelen teninin kokusu burnuna dolunca ağlaması daha da hızlandı. Artık kendini tutamıyor, gözyaşları göklerden gelen 'yağ' emrine uyar gibi dökülüyordu gözlerinin pınarlarından. Adam öylece yanında otururken içindeki duygu seline engel olamadı. Kollarını bir ipe asılıp çekilircesine kaldırarak bir anda yanındaki adamın boynuna sardı ve ağlamaya başı adamın göğsüne yuva yaparken devam etti. Belki gözyaşlarına üzüldüğü için gelmişti, belki merakına yenilmişti ya da sadece kafa dinlemek için oturmuştu yanına. Fakat o bunların hiçbirine aldırış etmeden adama sarılıp içindeki yangının biraz olsun sönmesini istemişti. Teselli edilmeye o kadar ihtiyacı vardı ki...

Sen Uyanmadan ÖnceHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin