Cansu Doğar'dan
Doğukan ve Kaan yanımızdan ayrılalı yaklaşık bir buçuk saat olmuştu. Bir buçuk saattir yaptığım tek şey düşünmekti. Bar odasından çıkıp Barış'a yardım etmemiştim. O müşterilerle ilgilenmişti ama ben sessiz bar odasında oturup susmayan düşüncelerimin arasında boğulmuştum. Bu bir şekilde vücudum dinlenirken kafam yoruluyordu. Ve kafam şu an vücudumun da taşıyamayacağı kadar doluydu.
Düşünmüştüm. Her şeyi. Barış'ı. Barış'a karşı hislerimi. Doğukan'ı. Bana söylediği sözleri. Her şeyin nasıl devam edeceğini.
Doğukan'la Barış'ı aynı anda idare edemeyeceğimi anladığımdan beri bir seçim yapmaya çalışmak zorunda olduğum hissine kapılmıştım. Bu his benim boğulmama sebep oluyordu. Bir yanda uzun zamandır güvendiğim hayat arkadaşım, diğer yanda da bu güne kadar hissedemediğim duygularımı ortaya çıkaran ve bana hep destek olan Barış.
Çölün ortasındaki susuz insan çaresizliği içerisindeydim. Sıcak toprağın vücudunu yakmasına rağmen kendini toplayıp ayağa kalkacak gücü olmayan insan çaresizliği yada. Boşluğun ortasındaydım. Ve hiçbir şey yapmadıkça iyice boşluğa düşüyordum. Bu boşluğun iki ucunun tekinde Barış, tekinde Doğukan vardı. İkisine aynı anda tutunamıyordum. Ve seçimi de beceremediğim için boşluk beni mıknatıs gibi içine çekiyordu.
Kapının yavaşça gıcırdaması benim kafamdaki düşünceleri bölerken vücudumdaki sersemliği atmaya çalıştım. Konuşmak zorundaydım. Her şeye normal bir şekilde devam edemezdik. Bu şu an olmazsa hiçbir zaman olmayacağına emindim. Çünkü şu an ona karşı olan duygularımdan emin değildim. Aslında o duygulardan hiçbir zaman emin olamamıştım.
"İyi misin?" dedi şevkat ve sevgi dolu bir sesle. Ona ne kadar sarılmak istesem de kendimi tutmak zorundaydım. Şimdi sırası değil Cansu! Eğer Doğukan'dan vazgeçtiysem, Barış'tan da vazgeçmelidim.
"Değilim."
Onun sevgi dolu sorusuna karşı verdiğim bu duygu kırıntısı bulundurmayan ses tonuna sahip cevabıma şaşırmış olmalıydı. Yanıma iyice yaklaştı ve yatağa oturdu. Tam karşımdaydı. Ona sarılmak, onu öpmek, kollarının arasında ağlamak istememe rağmen bomboş gözlerle ona baktım. Bu kadar çabuk pes edemezdim.
Bana iyice yaklaşıp kollarını sardı. Onu itelemeliydim. Benim ondan uzaklaşmam gerekirken şu an onun kollarının arasındaydım. Ama ona bu kadar yakınken, kokusunu bu denli hissederken gitmesini isteyemezdim.
Kendimi toplamalıydım. Cansu hiçbir zaman güçsüz bir kız olmamıştı. Şimdi de olmayacaktı. İki yanımdaki kollarımı güçlükle kaldırıp kollarını iteledim. Kafasını boynumdan kaldırıp bana baktı. Sadece baktı. Ama söylemek istediğim onca şeyi anladı. Gitmesini istemesem de gitmesi gerektiğini. Belki de birbirimizi son görüşümüz olduğunu. Ve her şeyin bittiğini.
Kollarını benden çekti ve ayağa kalktı. Hızlı bir şekilde odadan çıktı. Karşımda duran boş duvara baktım. Sadece dışarıdan gelen sesleri dinledim. Yan odadan gelen Barış'ın tıkırtılarını. Beynimin içinde yeniden doğan o boğanın yırtıcı bağırışlarını.
Öldürmüştüm ben o boğayı. Hemde kendi boynuzuyla. Neden şimdi tekrardan ve daha güçlü bir şekilde doğuyordu ki?
Kapım tekrardan açılırken korkuyla kafamı kapıya çevirdim. Bu kadar sessizliğin ardından çıkan gıcırtı beni ürkütmüştü. Elinde spor çantasıyla gitmeye hazırlanmış Barış, boğanın kafamda hareketlenmesini sağladı. Bu his kafamı bir yere çarpma isteği uyandırırken Barış bana yaklaştı.
"Gidiyorum." dedi sakince. Yataktan kalktım. Ona sarılmam için bağıran boğayı dinlemeyecektim. Sadece kalktım ve elimi ona doğru uzattım. O ise sadece elime baktı. Elindeki çantayı hafifçe eğilip yere bıraktı. Gözleri tekrardan ona doğru uzattığım elime döndü. Kolları beni umursamadığını belli edercesine bedenimi sardı. Ben ona sarılmak istemesemde o beni sarmıştı. Ve ben kollarımı iki yanıma bırakmıştım. Çünkü ona sarılırsam onun gitmesine izin veremezdim.
Saniyeler boyunca duyduğum tek şey nefes seslerimiz oldu. Aklını okumaya çalıştım. Olmadı. Yine olmamıştı. Gözlerimi kapatıp tekrardan denedim. Sonuç yine olumsuzdu.
"Bana bir sarılmayı fazla görme küçüğüm."
Bu sözlerimden sonra beynim işlevini kesti. Boğa ruhumu hareket ettirir oldu. Önce kollarım onu sardı. Sonra göz yaşlarım burnumu yakacak şekilde gözlerimi doldurdu. Kafamı omzuna yasladım. Göz yaşlarıma direndim.
"Hayır, hayır." deyip iki elini yüzüme yerleştirdi. "Ağlamanı istemiyorum." dedi.
Ben de senin gitmeni istemiyorum diyemedim. O alnımı öptükten sonra odadan çıktı. Bacaklarım gücünü yitirmişti. Olduğum yerde çöktüm. Arkamda ne olduğunu düşünemiyordum şu an ama yaslandım o cisme. Yüzüm duygusuz bir şekilde dururken gözlerim yüzümün yalancılığını savunur bir şekilde yaş akıtıyordu.
Bedenime kollarımı sardım. Güçlü Cansu'ya en çok ihtiyacım olduğu zamandı. Gözlerimi kapatıp ona kadar saydım içimden. Yeterli gelmeyince ondan yirmiye kadar devam ettim. Tek elimden destek alarak yerden kalktım. Odadan çıkıp mekana girdim. Her zamankinden daha boş ve soğuktu. Gecenin ikisine kadar çalıştıktan sonra yalnız kalabildim mekanda. İçkiye ihtiyacımın en çok olduğu zamandı. Ve benim aklıma gelen ilk içkiyse Barış'ın en sevdiğiydi. Absolut 100. Şişeyi bardağa boşaltmadan ilk yudumumu aldım.
Müzik sistemine o şarkıyı koydum. Barış'ın sesine en çok yakıştırdığım şarkıyı. Aşktan Öte Demirkan'ın muhteşem sesiyle güzel olan kafamı daha da güzelleştirmişti. Elimdeki şişeyi yukarı kaldırıp dans etmeye başladım. Yanlızlığın verdiği huzur. İçkinin verdiği huzur. Demirkan'ın sesindeki huzur.
Düşüncelerim arasında boğuluyordum. Düşünmek istemiyordum. Yaşamak istemiyordum. Aşık olmak istemiyordum. Ben normal Cansu olmak istiyordum.
Şişenin dibi görünürken şarkı da birkaç kere tekrar yapmıştı. Kapı çalınca kafamı oraya çevirdim. Görme işlevini kaybederek sarhoşluğundan kendi kendine hareket eden gözlerimi kıstım. Bu daha net görmemi sağlamıştı. İçeriye otuz beşli yaşlarında takım elbiseli bir adam girince şişeyi elime koruma olarak aldım. Veysel'in adamlarından teki olmamasını umuyordum.
"Mekan kapandı."
Müziği kapatıp bar taburesine oturdum.
"Cansu Parlak'ı arıyorum." dedi adam. İyice yanıma yaklaştı.
"Bende arıyorum. Ama kendimde değilim şu aralar."
Kelimeler sarhoşluğun etkisiyle ağzımdan boğuk boğuk çıkıyordu. Adam beni anlamadığını belli eden bir şekilde yüzünü buruşturdu.
"Cansu Parlak sen misin?" derken yanımdaki tabureye oturdum.
"Benimdir heralde."
Adam gözlerini bana dikti. Anlamsızca baktı.
"Diğerleri nerede?"
Ellerimi taburenin soğuk kısımlarında gezdirdim.
"Diğerleri kimmiş?" dedim tabureden ellerimi çekerken. Bacak bacak üstüne attım ve kafamı masaya yasladım
"Diğer yetenekli çocuklar nerede?"
Şaşkın şaşkın adama baktım. Diğerleri diye bahsettiği kişiler Barış, Doğukan ve Kaan'dı. Bu adam bizim kim olduğumuzu nereden biliyordu?
"Sen kimsin be?" dedim sesin ağzımda cırlayarak çıkmasına izin vererek. Adam bu halime güldü. Oturduğu yerde diklendikten sonra konuştu.
"Kendimi tanıtmayı unuttum. Ben size bu yetenekleri yükleyen başarılı doktor Rauf Savaş'ın oğlu Şahin Savaş." dedikten sonra elini uzattı. Sadece uzattığı eline baktım.
Normal bir insan olmamı engelleyen adamın oğlu önümdeydi. Ergenlik yıllarımı mahfeden adamın çocuğu karşımdaydı. Ve ben, ben hayatımı bitiren adamın kanındaki oğlunun acı çekmesini istiyordum. Aynı benim çektiğim gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LEKE
Science Fiction17 yıl önce Fatih'te eski bir ahşap evde yeni doğmuş-henüz 1 yılını doldurmamış bebeklere yapılmıştı bu deney. 6 küçük bebek denek olarak seçilmişti. Deney sonucunda bebeklerin kollarının aynı yerlerinde bir leke oluşmuştu ama deney başarılı olamamı...