Yeterince yer veremediği öykülerinde kaçındığı satırlardaki son nokta yeterince anlaşılır mıydı? Bulutlar gider, hayaller dağılır, renkler yer değiştirir ve öyküler biter, gerçekte bitmediği gibi. Bilinmezlere gözünü açmak kâfi miydi yeniden tutunabilmesi için gerçeklere? Belki yeni serüvenlere açılabilmek için uçan balondan el sallayabilecegi uzaklığa gitmeliydi. Gitmeliydi ve mavinin kaç tonu olduğunu görmeliydi. Sahiller, büyülü kasabalar, lokumlar ve şaraplar anılarını zenginleştirmez miydi, ya da beyaz tebeşirle çizilmiş kaldırımlar.. Elinde ne kaldıysa vermeliydi kendine ait olmayanlar gibi. Belki zamanında zamana da ait olamamıştı, öyle ya zaten tüm bunları düşünmek veyahut yapmak için onu da veriyordu, kendine ait olmayan zamanı. Bütün kalplerin eridiği bir noktada hayallere dalmıştı, öykülerin masalların yetemediği bu yerde. Eriyordu kurşun gökyüzünde, volkanlar süzülüp akarken tüm bunlara gökte uçarken şahit olan kuş oldu bir anlığına, ne de olsa olmayacaktı. Çıkan seslerin bi anlamı yoktu gerçekliğe yeniden dönebilmesi için. Sahte gülüşlerin olduğu kalabalık anılarından sıyrıldı. Şimdi de okyanusun mavilerinde yunuslarla yüzen küçük balıktı, mavinin içinde fakat çaresiz yine de çabalayarak zamansız yolculuğunda. Ardından ahtapot, her şeye yetişebilmek için fazla kolların onu ulaşılmaz yerlere yine de ulaştıramayacagi gerçeğini yaşadı bu sefer. Sonra anladı. Kelimeler de cümleler de onu bi yere ulaştıramazdı. Doğru yolu görebilmek için yalnızca içine ihtiyacı vardı, en derine.