O gün hayatım başka bir yola girdi. Ama ben ne o gün ne de o günden sonra uzun bir süre bunu fark edemedim. Kimse hayatının değişmiş ve değişmekte olduğunu fark edemezken ne yazık ki ben de diğerleri gibi bunu başaramadım. O gün öğleden sonra güneş gözlerimi yakmaya başladığında kafamı kaldırdığım gökyüzüne daha fazla bakamayarak gözlerimi mavi gökyüzünden, bir bulutun bile saklayamadığını Güneş'ten gün içinde onu yeniden görmeyi düşünmeden çektim. Etrafımdan geçen insanlardan beni neyin ayırdığını bilmiyordum ama hiçbirine benzememek canımı yakıyordu. Diğerleri gibi, herhangi bir fark olmaksızın yaşayıp gitmek istememe rağmen yaşayamıyor, onlardan biri olamıyordum. Bir şeyi ya da birini aradığımı sanmıyordum. Çünkü bir şey, biri, bir his beklenmez, aranarak bulunmazdı. Birden, hiç beklemediğin bir anda artık o her ne ise karşına çıkardı. Belki de böyle düşündüğümden ruhumun derinlerinde bir eksikliğin veya yanlışlığın olduğuna inanıyordum. Yoksa en basit şeyi, herkes gibi yaşamayı, en azından yaşarmış gibi yapmayı beceremememin bir açıklaması olamazdı.
Başımı tekrar göğe kaldırırken Galata Kulesi'nin külahı gözüme takıldı. Sanki yüzlerce yıldır oradaymış gibi görünmesine rağmen 19. yy'da bir fırtına sonrasında yerinde yeller estiğini hatırladım. Bunu nereden bildiğimi bilmiyordum ama asırlardır onun varlığını takip ettiğimi hissetim. Kendimi Kız Kulesi ile özdeşleştirdiğim halde ona hayran olmaktan kendimi alamıyordum. Kız Kulesi gibi kalabalığa yakın ama kalabalığın tam ortasında tek başımayken şehrin en gözde yerine, benim tam tersim olana, Galata Kulesi'ne özenip yine de elimden ona benzemek için hiçbir şey gelmiyordu. Galata şehrin popüler çocuğu, eğlencenin sembolü gibiydi. Belki de sürekli ona dönüp durmamın nedeni de buydu. Bende olmayanı bir başkasında, benim için sembollerle bezeli olan bir kulede arıyordum. Ancak yapabileceğim başka bir şey yoktu. İçimde büyük, gerçek ve her an daha da büyüyen bir boşluk vardı. Bu boşluğu doldurmak mümkün değilken sadece bazı anlarda onu görmemeyi başarabiliyor; ama sonrasında yine onunla bir araya geliyordum. Galata Kulesi ise orada bana bakıyordu. Yangın, deprem ve fırtınalara rağmen hâlâ ayakta kalıp şehri, Kız Kulesi'ni izliyordu. Belki de bir noktada onların sembolik, imkânsız ama bir o kadar da masalsı aşkına özeniyordum. Ama bu bende olmayan, olmayacak bir şeydi. Ben her şeyden önce sevgiden korkuyordum.
Herkes gibi bir aileye, arkadaşlara, lüks tutkulara sahip olmanın benim için bir öncelik taşıdığına, önemi olduğuna hiçbir zaman inanmadım, inanamadım. Her biri her zaman bir adım ötemde, hemen yanımda olmalarına rağmen asla gerçekten yanımda değillerdi. Olmaları gereken yerde görünüyor ama varlıklarının vermesi gereken hissi vermiyorlardı. Yanımda her daim hayaletlerinin olduğuna inanmama neden oldular. Belki de bu nedenle hiç kimseye bağlanamadım, kimsenin benimle bir ömür kalacağına inanamadım ve hiçbirinin varlıklarına dair de kanıt görmem mümkün oldu. Ne sevgililerim ne arkadaşlarım kendimi herkes ve her şeyden uzaklaştırdığım duvarı geçip asla bana yakın olamadılar. Ailem benim için nasıl bir tür hayalet ise ben de onlar için bir hayalet ve çoğunlukla karabatak oldum. Birden ortaya çıkan ya da ansızın kayıplara karışan biriydim. Ne çabaları ne sözleri beni kendilerinin bir parçası olduğuma inandıramadı. Ki onların yapabilecekleri bir şeyde pek yoktu. Ben kendimi onların bir parçası olarak görmediğimden belki de onlarla olamadım. Her biri, kim olursa olsun, arkadaş ya da sevgiliden öte her an arkada bırakabilecek küçük detaylar haline geldi. Birileri için değerli olmadığımı düşündüğümden kimse de benim için değerli olmadı. Olmaları ya da bir an sonra kaybolmaları ne benim için ne de hayatımın akışında bir değişiklik yaratmayacak kadar onlardan da kendimden de soyutlanmıştım.
İki hafta önce dönem ortasında Gazi Üniversitesi'nden İstanbul Üniversitesi'ne geçiş yapıp ablamın yanına bir süre için, kendime bir yer bulana kadar yerleşmem hem onun hem benim için ani ve katlanılması zor bir değişiklik oldu. Ankara'daki hayatımdan kopup buraya gelirken orası ile burası arasındaki en büyük fark büyüdüğüm evde ablamın doğduğumdan beri bana karşı devam eden düşmanlığından uzak olmamdı. Annem ve babam içinde pek sevilen bir evlat hiçbir zaman olmamıştım. Ne iki ağabeyim kadar her anları, hayatları özenle planlanan altın çocuk ne de ablam gibi sevilmekten, el üstünde tutulmaktan ve her dediği an kaybedilmeden yapılan bir diktatör olmuştum. Bir ihtimalle şanssızlığımın diğer ablamın ben on yaşlarındayken intihar etmesinden kaynaklı olabileceğini düşünmüştüm. Ama o hazin olaydan önce de ailede bana iyi davranıldığına dair hiçbir anım yoktu. En küçük çocuk olan benim en çok sevilen ya da şımartılan olmam gerekirken aile içinde varlığı yok sayılan, görmezden gelinen kişi halindeydim. Sadece tek bir kişi, anneannem bana karşı sevgi besleyip kendi ailemin içinde tamamen yok olmamı engellemiş, yapabildiği kadar da başarılı olmuştu. Onun ölümüne kadar kaybolmamı engelleyen yegâne bağ oydu. Ve o da bir gün öldüğünde kalabalığın içinde tek başıma kalmıştım. Beni neyin hayatta kalmaya ittiğini hiçbir zaman anlayamadım, anlayamayacağım. Sevgisizlikten, ilgisizlikten ve bazı anlarda gözle görülün bir nefretten ölmem gerekirken hayata tutunmayı başarıp onların gözü önünde kalıyordum. Bedenim bana karşı olan bu nefrete bu şekilde tepki veriyor, varlığımla onları daha da rahatsız ediyordu. Yine de gün sonunda daha çok üzülen ben oluyordum. Ve onlarla geçirdiğin her bir günde sevgisizliğin de ilgisizliğin de öldürmediğini ama insanın başlarından beklentilerinin onu yıpratmaktan başka bir işe yaramadığını hayatımın hatırladığım ilk gününden beri her gün yeniden öğreniyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AŞEKA
Ficción GeneralAşkı aramazken insan kendini arar. Kendine giden yollar ise her zaman aşktan geçer. Aşkı gerçekliği ile görmemiş olan ne aşkı ne kendini bulur. Lakin aşkla kendini bulan her daim aşkla ve kendiyle de yaşayamaz.