Küçük ayağımı duvara yaslamış, karşımızda kalan, kirlendiği için grileşmiş beyaz duvarı izliyordum.
"Hiç konuşmuyor." Dedi öğretmenim. "Ne benimle, ne de arkadaşlarıyla."
Ne zamandı hatırlamıyorum, ilkokul üç ya da dördüncü sınıfta olmalıydım. O gün veliler toplantısı vardı ve annem beni şaşırtarak o günkü veliler toplantısına gelmişti.
Öğretmenimin adı Feride'ydi. Çok güzel kıvırcık sarı saçları ve kahve gözleri olan evli bir kadındı. Annemle yalnız konuşmak istediğini söylediğinden beri onunla birlikte kimsenin olmadığı koridorda dikiliyor ve öğretmenimi dinliyorduk.
"Konuşsun istiyorum," dedi. "Derslere katılmasın gerekirse, gürültü yapsın ama konuşsun. Yaşıtları yaramazlık yaparken o hep sırasında bir şeyler çiziyor. Kimseyle diyalog kurmuyor, benimle bile zorla bir iki kelime."
Annem gülerek, "Daha iyi değil mi?" diye sordu. "Sessiz, yaramazlık yapmıyor."
Öğretmenim annemin bu tepkisine şaşırmıştı. "Ama aktif değil, tüm gün boyunca böyle sessiz olması tuhaf değil mi sizce? Ve... Evde de mi böyle?"
Annem evde nasıl olduğumu pek bilmezdi, çünkü eve pek nadir gelirdi. Çoğunlukla dışarıda, arkadaşlarıyla birlikte gezerdi. Öğle aralarında eve geldiğimde yalnız olurdum, sabahki çayı ısıtır ve kendime dolaptan kahvaltılık çıkarır yerdim hep. Akşamları da evde göremezdim onu.
"Hayır," dedi annem yalan söyleyerek. "Evde çok konuşur."
"Sevindim," Öğretmenim rahatlamış göründü. "Demek sadece okula karşı böyle."
Annem elini omzuma yasladı. "Okulu pek sevmiyor. Ondan böyle olmalı."
Sessiz olmanın, insanlarla konuşmamanın neden bu kadar sorun olduğunu düşünmüştüm ve bu konu bana çok tuhaf ve gereksiz gelmişti. Kimseyle konuşmak istemiyordum çünkü, bu kadar basitti. Yaşıtlarımın tavırları bana hep çocukça gelirdi. Onlar hep didişir ve kavga ederlerdi, birbirlerinin saçlarını çekerlerdi. Bunları hep küçümseyen gözlerle izler ve kimseyle ilgilenmezdim. O yaşlarda kendimi çok olgun hissederdim, benim de sadece küçük bir çocuk olduğumu unutuyordum o zamanlar.
"Yine de onunla konuşmalısınız." Dedi modernizm düşünceli ve herkesin de o düşünce de olduğunu sanan öğretmenim. Saf mıydı yoksa beni başından savarak vicdanını mı rahatlatmıştı emin değildim. Benimle konuşmak yerine annemle paylaşmıştı bu sorununu, belki bana sorsa, anlatırdım ona.
"Mutlaka konuşacağım." dedi annem.
Ama hiç konuşmadı.
O zamanlar bana dayatılan düşünce, anne babanın kutsal olduğu ilkesi ve ebeveynlerimin kendini haşa tanrılar gibi görmesiydi. Beni de bu kalıba uygun olarak yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bana kendilerinin ürettiği bir malmış gibi davranmalarını önceden anlayamadım. Büyüdükçe, okudukça, olgunlaştıkça, araştırdıkça, başka aileleri gördükçe bu düşünceden saptım. Onlar inançlı insanlar olduklarını iddia ettikleri için dinimi araştırdım.
Ve gördüm ki, ben sadece onlara Allah tarafından verilen bir emanettim. Bir bireydim. Onlardan ibaret değildim, sadece onların doğrularına göre yaşamak zorunda değildim.
Bu fikir bende ne zaman oluştu bilmiyordum ama zamanla sıkıca ördüğüm suskunluğum yırtılmaya ve altından bu kalıplaşmış düşüncelere bir başkaldırı başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Önce Kendini Unut
Roman pour Adolescents"Neden ağlıyorsun?" diye tekrar sordu. Sesi biraz peltekti ve sarhoş olduğu belliydi. Muhtemelen ben uyuyakaldığım esnada o arka sıralarda sızmıştı. Sarhoş bir erkekle sınıfta mahsur kalmıştım! Harika. Gözlerimi elimin tersiyle silerken, "Ağlamıyoru...