Two Feet - I Feel Like I'm Drowning
şu klipten daha etkili bir viagra var mıdır? sanmam.
BÖLÜM 15: BENİM OL
Tuhaftı.
Birbirimizi iliklerimize kadar sömürmemişiz gibi galeriden ayrılıp geceyi geçirmek için beş yıldızlı bir otele gitmemiz tuhaftı. Hemen yanında durduğum Uygar mükemmel İngiliz aksanıyla resepsiyondaki adama 'one room and double bed' derken dikkatim lüks otel lobisinden ayrılıp ona çevrildi ve, "Bir oda mı?" diye sordum, kaşlarımı kaldırarak.
"Beğenemedin mi?" dedi, alt dudağını diliyle okşayarak.
"Bu gece için neler planlıyorsun bilmiyorum ama ben o planlara dahil olmayı pek düşünmüyorum." Onunla neler yaşarsak yaşayalım, teslim olmaya niyetim yoktu. Gardımı indirirsem acınacak duruma düşerdim.
"Hadi ama," dedi, dudaklarını büzerek. Gülümsemesini bastırmaya çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi. "Aklından terbiyesizce şeyler geçen tek kişi sensin. Ben çok masumane duygular paylaşıyorum şu an. Bir annenin bebeğine karşı hissettiği en saf duygular..."
"Birincisi; her anne bebeklerine o kadar saf duygular beslemiyor," dedim, işaret parmağımı havaya kaldırarak. "Gayet de kötü anneler var bu dünyada, annelik güzellemesini hep saçma bulurum. İkincisi; iki oda yap şunu." Kollarımı göğsümde birleştirdim.
Gülerek kafasını iki yana salladı ve, "Yapmayacağımı biliyorsun," diye karşılık verdi. "Çaban boşuna." Gözlerimi devirdim. Kredi kartıyla ödemeyi yaptıktan sonra asansörle tamı tamına 47 kat yukarı çıktık. Odadan içeriye girdiğimizde gözlerim şaşkınlıkla kocaman olmaya çalıştılar ama onlara izin vermedim.
Tamamen pencerelerden oluşan manzarada tüm şehir ayaklar altındaydı. Tower Bridge ve Londra Kulesi bulundukları yerden göz kırpıyordu. Thames Nehri tüm güzelliğiyle parıldıyordu.
"Güzel mi?" diye sorduğunu duydum, ardımdan kapıyı kapatırken.
Tüm bu lüks, her şeyi elde edebilme gücü gözümü boyuyordu adeta. "Güzelmiş," diye fısıldadım, hayranlıkla. Bir şey demediğinde gözlerimi ona çevirdim. O sırada elindeki telefonu hızlıca yatağın üzerine fırlatmıştı. Telefonu görmemle aklıma kendi telefonum geldi.
"Telefonum senin arabanda kaldı..." dedim, aklıma gelen şeyle. Şu an Türkiye'de saat gece ikiye geliyor olmalıydı. Burak'a geleceğim demiş ve gitmemiştim. Üstüne üstlük Deniz'e de haber vermemiştim. Şimdiden kafayı yemiş olmalıydı.
"Deniz'i aramam gerekiyor," dedim, endişeli bir sesle. "Şu ana kadar polise gitmediyse gitmemesi için haber vermem lazım."
"Arkadaşlarına neden hesap veriyorsun ki?" Anlamamış bir şekilde sordu.
"Bu hesap vermek değil, haberdar etmek. Arada fark var. Arayabilir miyim?" Bir şey demeden telefonunu yatağın üzerinden alıp orada bir şeyler yaptıktan sonra bana uzattı. Apple'ın son modeli olan telefonununa ezbere bildiğim numarayı girip rehbere kaydettim ve Whatsapp'tan arama seçeneğine tıkladım. Telefonu kulağıma götürürken Uygar kendini yatağa bırakmış ve her zaman yaptığı gibi bacaklarını ayırarak dirseklerinin üzerinde yükselmişti. Siyah saçları dağınık bir şekilde alnına dökülürken alt dudağını dişleyerek bana bakmaya başladı.
Bacaklarını hafifçe açıp kapatarak dikkatimi oraya çekerken üst dudağımı dişleyerek kulağımda çalan iğrenç 'dıııt... dıııt...' sesini dinliyordum. Beni tahrik etmeye çalışıyordu.
Ve başarıyordu da.
"İstersen kucağıma oturabilirsin," dedi şerefsiz bir gülümseme eşliğinde. Benimle oynamaya çalıştığını biliyordum. Onun yolunu yokuşa sürdüğümü, zoru oynadığımı biliyordu ve bu hareketleriyle beni kışkırtmaya çalışıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hep Sonradan Köpürdü Dalgalar ✘ gay
Ficção Adolescente❝how could i hate him if he's such an angel?❞ [dört aralık, iki bin yirmi] ©vQuatris