Giriş

1K 75 46
                                    

Başladığınız tarihi yazar mısınız?~

Kapıyı işaret parmağımı hafifçe yukarı kaldırıp açtım. Bunun için sihirli sözleri söylememe gerek yoktu. Kapıyı benim kokumu tanıyabileceği şekilde büyülemiştim. Parmağımı yukarı kaldırdığımda açılıyordu, aşağıya indirdiğimde kilitleniyordu. Eğer normal bir kilit büyüsü yapmış olsaydım babam sürekli bu odaya girerdi ve onu sık sık burada oturmuş ağlarken görmek istemiyordum. O, üzülmesini isteyeceğim son kişiydi.

Siyah cübbemin kapüşonunu başımın önüne çekip az sonra maruz kalacağım toza karşı derin bir nefes aldım. Kapıyı ittirip doğruca duvara baktım. İşte iki yıl önce oraya sıçrayan kan izlerim hâlâ gözle görülecek derecede belirgindi. İki yıl içinde odanın içindeki her şey gibi ona da dokunmamıştım. Sanki dokunursam yaşadığım o anları unutacakmışım gibi geliyordu. Aklıma düşen o bahanelerden birine inanacakmışım gibi.
"Hiçbir bahane senin bana yaptığını unutturamaz Luna." Diye fısıldadım karanlık odaya doğru. Havada uçuşan tozlar gözlerimin yanmasına neden oluyordu. Beni ağlatırlarsa odayı yok ederdim. Ağlamam yasaktı. Ağlamak güçsüzlüktü. Başımı dikleştirip bir zamanlar yatağım olan harabenin ucuna iliştim. Sağda, pencerenin hemen dibindeki masada mumlar vardı. Şu anda onları karanlıkta göremesem de yerlerini ezbere biliyordum. Cübbemin cebindeki asayı çıkartıp aklımdan ateşi geçirdim. Mumların alevleri titreşip odayı sardı. Benim mezarlığım da burasıydı işte.

Mezarlıklara çiçekler götürülürdü. Ölüler anılır ve arkalarından dualar edilirdi. Sevdiklerimizin mezarlarını ziyaret ederiz değil mi? Bizi paramparça edenlerin değil. Üstelik ölü biri de yoktu. Ne ben ölmüştüm o gün ne de onlar. Yine de bir yıldır yoktular. Boğazımda oluşan yumruyu dağıtmak için sertçe yutkundum. Gözüm mumun daha çok aydınlattığı duvara kaydı. A ve L harfleri yazıyordu. Durmadan parlıyorlardı. Bu harfleri ben asamla oluşturmuştum. Daha on iki yaşındaydım.

"Luna, bak oldu! Durmadan yanıp sönüyorlar. İsimlerimiz gerçekten de gökyüzündeymiş gibi parlıyorlar. Sen aysın, ben de yıldız. Alnilam yıldız adıymış. Babam söyledi."
Luna ile yan yana durmuş isimlerimizin baş harflerinin parlamasını izledik. Sonra o parıltı siyah çiçek şekildeki o broşa dönüştü.

Başımı iki yana sallayıp kötü anıdan uzaklaşmaya çalıştım. Hayır, onu hatırlamayacaktım. O hatırlanmayı hak etmiyordu. Luna da öyle. Yine de mezarlık ziyaretimde birazcık hatırlama hakkım vardı. Harabe şeklini almış yatağımdan kalkıp duvara doğru ilerledim. Siyah cübbem onun yatağına değmemeliydi. Ona ait hiçbir şeye dokunmamalıydım. Parlayan baş harflerimize bakıp acıyla gülümsedim. Ne yaparsam yapayım bu harfleri yok edememiştim. Sanırım gerçek sevgiyle yapmıştım. O yüzden silinmiyordu. Gerçek sevgi asla yok olmaz demişti babam. Her zamanki gibi haklıydı. Bakışlarımı yanan mumlara çevirdim. Ne kadar da az ışık veriyorlardı. Oysaki bir zamanlar bu oda hep aydınlıktı.

"Karanlıkta uyuyamıyorum Alnilam. Lütfen, ışık açık uyuyabilir miyiz?"
Sekiz yaşındakı Luna bana korkuyla bakıyordu. Saçlarını okşayıp ışığı parmağımı şıklatarak açtım. Gözlerindeki korku memnuniyete dönüştü.
Aynı bakışlar alayla bana bakarken ölmek istemiştim. ölseydim diye çok geçirdim aklımdan. İstediğin zaman ölemiyordun işte.
"Sen pembe saçlı tuhaf bir cadısın Alnilam. Gerçekten ona inanmış mıydın yani? Aynı zamanda aptalsın da."
Sonra gülmüştü. Beni o halde bırakıp gitti. En mutlu olduğum zamanda.

Parmağımla yanan mumlardan birini söndürdüm. Bu kadar çok şeyi hatırlamaya izin verdiysem mezarlığımı terk etme zamanım gelmişti. Soldaki beyaz mumu üfleyerek söndürdüm. Arkasında gri bir iz bıraktı.
"Zambaklar soldu M. Bir daha asla açmayacaklar."
Dişlerimi birbirine bastırdım. İçimdeki öfkenin azalmasına izin veremezdim. Diğer mumu da yavaşça üfledim. Ona diyecek lafım yoktu. Konuşursam affedeceğimden korkuyordum. Oda tamamen karanlık olunca kapıya yöneldim. Haftaya cumartesiye kadar mezarlığımı ziyaret etmeyecektim. Cumartesi o kötü olayın olduğu gündü. Kapıdan çıkıp tozların uçuştuğu odaya baktım. Burası daima bir mezarlık kadar karanlık ve sessiz kalacaktı. Bir zamanlar içinde kahkahalarımız çınlamış olabilirdi ya da açılan müziğin sesi babamı odaya getirtmiş olabilirdi. Geçmişte nasıl göründüğü önemli değildi. Önemli olan şimdiydi. Kapıyı kapatıp parmağımı yukarı kaldırdım.

Arkama döndüğümde babamın siyah cübbesinin kapüşonunu başına geçirip evden dışarı çıktığını gördüm.
"Gökyüzündeki incilerin artık beraber değil baba. Biz artık yokuz. Gökyüzü karanlık. Kapkaranlık."
Elimi kalbimin üzerine koydum. Siyah cübbem kalın olsa da atan kalbimi hissedebiliyordum.
"Kalbim gibi karanlık." Dedim acıyla. Gözlerim dolunca dümdüz karşıya baktım. Ağlamamayı öğrenmiştim artık. Kapüşonumdan dışarı çıkan bir tutam pembe saçı sinirle arkaya ittim. Duygusal olmanın sırası değildi. Ben; her zaman siyah giyinen, pembe saçlarını cübbesinin altına gizleyen, asık suratlı, ciddi bir cadıydım. Zihnimin derinliklerinde hatırlamayı reddettiğim, mavi kazağıyla pembe pantolonunu giymiş sevinçle dans eden çocuk Alnilam bu düşünceye güldü.

Gökyüzündeki İncilerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin