Raisa'nın evine gitmeden önce giysi dolabımda tıpkı mahzende gibi hâlâ bekleyen Rose şarap şişesini siyah sırt çantama attım.Üzerimde bol siyah sweatshirtümü mevsime uygunsa da kot şortum üzerime yapışmış gibiydi. Ama bu gece ılık sayılırdı. Çantamı koluma takıp telefonumu da elime alıp odamdan çıktım. Notlarımı geçirip okumam gereken kitabı bitirmek birkaç saatimi almıştı. Alt kata inerken akşam yemeği için masanın hazırlanmış olduğunu gördüm. Yine başlıyoruz.
"Vaera," babam bana seslenince kapıya giden adımlarım 180 derece döndü.
Elimi çantamın koluna koyup duraksadım ona uzaktan bakarken. "Raisa'ya ödev yapmaya gidiyorum. Birkaç saate beni bırakacak. Kalsam daha iyi ama."
"Gel bir yemek yiyelim önce." Üzerindeki beyaz-kahverengi renkte desenlere sahip süveter sinirlerimi bozmuştu. Karısı biraz sonra gelip çaprazına oturduktan sonra bana ufak bir bakış attı.
"Yok iştahım kaçtı benim. Size afiyet olsun."
"Vaera! Yeter bu kadar terbiyesizlik." Dişlerini sıkarak konuşunca stresten midem bulanmaya başladı.
Bu yüzlere, bu sözlere sahipken benden iştah bekliyorsunuz.
"Sorun istemiyorsun ya sen hiç, olmuyorum işte yemek masalarında." Diye homurdanarak dış kapıyı açıp çıktım. Arkamdan seslendi. Yine kızdı bağırdı. Karısı onu yatıştırdı. Sonra yine hazırlamazdı, zaten hatırlaması gerekenleri ne zaman anımsamıştı?
Bahçeyi arşınlayıp kaldırımdan ilerlemeye başladım hızlı adımlarla. Kulaklıklarımı takarken düşündüğüm tek şey taksi geçerse bineceğim, geçmezse sadece yürümek istediğimdi. Bu sıralar yürümek için kendimle kumar oynuyordum aslında bunun nedeni kendimle baş başa kalmakla ilgiliydi. Kendimle kalınca sorunlarımı çözemeyeceğimi de biliyordum, yıllardır kendimle yalnızdım; geçseydi eğer, çözüm bu olsaydı, çok önceleri kafamı yastığa koyduğum an uyuyabileceğim kadar çözülmüş olurdum.
Siyah bir spor araba dibimde durup korna çalınca olduğum yerde irkildim. Kulaklıklarımı bile aşmıştı. Dönüp baktığımda siyah film kaplı cam indirildi. Benden yaşça büyük bir kızı gördüm, nerden tanıdıktı? Sonra şoför koltuğundaki eğilip bana bakınca anladım nerden tanıdık olduğunu. Salak Mark ve sevgilisiydi bunlar.
"Nereye gidiyorsun? Bırakalım." Diye seslendi Mark bana. Kız bana bakmıyordu bile.
"İşine bak. Kendim gidiyorum."
"Bin işte-" dediği an yağmur yağmaya başlayınca bunun nasıl bir lanet olduğunun farkına varabilmiştim. Arka koltuğun kapısını açıp içeri yerleştikten sonra kapıyı sertçe kapattım.
Normal bir zamanda onun arabasına asla binmeyeceğimi biliyordum. Ne yazık ki, ne yağmurda ıslanmak istiyordum ne de Mark'ın gidip beni babam olacak insan müsfettesine şikâyet etmesini istiyordum. Zaten ikisinin varlığı da beni yeterince geriyordu, mide bulantısı krizleri geçirmeme neden oluyordu; daha fazlasını kaldırabileceğimi sanmıyordum.
Araba hızla hareket ederken ikisini de net olarak görebileceğim bir noktada oturuyordum. Mark'ın sevgilisini birkaç kez görmüştüm. Orada oturuyordu işte, kucağında not defterleri ve ders kitapları vardı. Açık kahve saçları inceydi, kulaklarının arkasına itmişti birkaçını. Pastel renkler giyiyordu. Masal dünyasında mıyız? Işte Mark'ın nasıl bir tipte sevgilisi olur'un canlı versiyonuydu. Mark'tan daha olgun duruyordu. Vücudu fena görünmüyordu. Toz pembe sweatshirt kahvenin açık tonlarında bir pantolon vücut hatlarını pek belli etmiyordu.
"Nereye gidiyorsun?" Mark, yine aptal ve gereksiz varlığını hissettirince kaşlarım havalandı.
"12. Cadde." Diye cevapladığımda bir şey söylemeden sürmeye devam etti. Ben de telefonumu çıkarıp mesajları kontrol ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
We Fell In Love In October
Fanfiction"Karanlıkta dua edenlerin sesini kimse duymaz, der. Karanlıkta dua edersen, Yaratıcı'ya daha çabuk gider. Ama beni bu halimle Yaratıcı bile kabul etmez." © kayipdoktor | 2020