18 : living dead

601 81 92
                                    


"...nasıl anlayamadık?"

"Hiçbir şey belli etmiyordu ki Vaera bize. Kendini üzme artık Raisa, her şey yolunda dedi doktor."

"Nasıl kendimi üzmeyeyim Jeno? En yakın arkadaşımız yüksek doz... Lanet olası gözlerimizle onu göremedik, anlayamadık. Kahretsin. Ya bir şey olsaydı? Ya kötü bir şey olsaydı? Ya... ölseydi? Ne yapacaktık? Nasıl yaşamaya devam edecektik?"

"Sevgilim, tamam. Tamam... Bahçeye inip biraz hava alalım olur mu?"

"Uyandığında bari yanında olalım Jeno..."

"Kendini suçluyorsun Raisa, lütfen, üzülüyorum. Biraz aşağı inelim, hemen geri geliriz. Hem Donghyuck'la Lily birkaç dakikaya gelirler, Renee'yle konuşuyorlardı."

Sessizlik.

Karanlık mı daha büyük bir boşluktu yoksa sessizlik mi ayırt edemiyordum, bilincimin açıldığını hissettiğim dakikalardan bu yana.
Sadece başarısızlık bulutları çökmüş üzerime. Daha ilk saniyelerde fark etmiştim. Asla uyanmak istememiştim. Gözlerimi kapatayım ve anneme kavuşayım istemiştim.

Odadaki sessizlik birkaç dakika boyunca sürdü. Raisa ve Jeno çıktığından beri içeri giren kimse yoktu, aydınlık göz kapaklarıma nüfuz ediyordu ancak açıp da dünyaya kucak açmak istemiyordum. Yeterince karanlıkta kalırsam alışırım, belki karanlık da bana alışır kendisinden bir parça haline getirir sanıyordum, öyle miydi; öyle olur muydu ki?

Hâlâ aptal küçük kız çocuğu gibi hissediyordum.

Ama hayır, ben aptal bir kız çocuğu bile olamamıştım.

Kapının sesini işitince yutkundum. Yüzümde oksijen maskesi burun deliklerime gönderdiği havayla gıdıklarken ne gözlerimi açıp gelene baktım ne de başka bir tepki gösterebildim. Işaret parmağımdaki kıskacı fark ettim ardından, göğüs kafesimin belli noktalarına da yerleştirilen şeyleri... Şeyleri? Beni monitöre bağlayan kablolar vardı. Odada düzenli ritimde devam eden o ses benim nabzım olmalıydı.

Kapıyı açan kimse eğer ayak seslerinden anladığım kadarıyla birden fazla kişiydi. Nefes seslerini duyuyordum. O denli sessizdi odanın içi, aksiydi kafamınkine.

"Iyiye gidiyor." Renee. Ne biliyordu? Kiminle konuşuyordu?

"Biliyorum." Diyenle birlikte konuştuğu kişinin Mark olduğunu anladım. "İnatçı bir çocuktu her zaman." Diye devam etti Mark, ara ara derin nefesler alıyordu iç çeker gibi. "Annemle Vaera'nın babası evlendiği ilk zamanlar, daha Vaera'yla ikimiz de küçükken; annem onunla vakit geçirmem için arkadaşlarıma oynamama izin vermiyordu. O zamanlar bayağı gıcık oluyordum."

Bir sessizlik yayıldı sanki kimse nefes bile almadı. Sonra Mark güler gibi bir ses çıkardı. "Şimdiki gibi düşünebilseydim yanından ayrılmazdım. Evden ayrılmazdım. Gerçek bir ağabey gibi olmaya çalışırdım. Neden onu yalnız bıraktım ki?"

"Mark, sen neyden bahsediyorsun?" Azarlar gibi bir tonda ancak yumuşak bir sesle konuştu Renee. "Ne kadar çabalamış olduğunu görüyorum, olanların suçunu üstlenemezsin. Evdeyken bile sürekli ondan bahsediyorsun, o seninle iletişim kurmak istemediği için onun arkadaşlarını arayıp haberdar olmaya çalışıyorsun... Biliyorum çok kötü şeyler yaşadı, ona yakın olmamıza izin verse belki... Bilmiyorum Mark. Ama senin suçun değil."

"Ne olursa olsun tek başına acı çekmesini izledim. Bütün yaptığım buydu. Şimdi bu halde olmasının bir sebebi de bu."

"Mark..." itiraz edercesine mırıldandı Renee, ama Mark'tan başka ses çıkmadı.

We Fell In Love In October Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin