KISIM 1 - BÖLÜM 4: MASKESİZLİK

23 7 4
                                    


4

Beni "ben" olmakta tutabilen inciden kolyenin ipi, kendiliğinden fire vermiş de inci taneleri bir oraya bir de buraya savrulmuş gibiydi. Toparlamaya, yeniden birleştirmeye yeltensem ip artık o tanıdık ip değildi; yok sayıp yoluma devam etmeye çalışsam da incilerle dolu yolda kayıp düşecektim. Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal hesabı bu olsa gerekti. Yolunu kaybeden bir kaşif, Rumkırımı, hamile karınları deşmeye bilenmiş bıçaklar –insanı insan yaparken insanlıktan uzaklaştıran vahşet ve duvarlara başkaldırıda akarsular... Hayat ne büyük karmaşaydı.

Üstelik son günlerde yaşadıklarım da pek olağan sayılmazdı. Alnımı mermere yaslayıp içlice soluklandığımda, tüm bunların bir kabus olmasını umarak uyanmayı denedim. Ne garipti, o vakitleri hatırladıkça farkındalığa ulaşıyordum: İnsan onu büyüten yaraları istemiyordu. Can verme sınırına gelmedikçe hep bir delifişek olarak kalacaktı oysa. İyileşmek, bu düzmecede hiç yaralanmamaktan daha iyiyken o an, hiçbirini yaşamamak ve "olağan" diye tabir ettiğim; belki bana ait bile olmayan bir hayatı sürdürmek için diretiyordum. Bütünüyle yanlıştı ama kalp başıboş bir danstayken sözler pek de hüküm süremiyordu. Kafam, tüm bu düşüncelerle çalkalanırken ve ufak bir zaman çatışmasının ortasındayken alnımı mermere biraz daha bastırdım. Saçımdan aşağı dökülen neredeyse kaynar su iyi gelmişti. İşin aslı, yıllar önce okuduğum bir kitaptan sonra benimsediğim bir ritüeldi bu ama ne zaman sığınacak yerim olmasa kendimi suyun altında bulmuştum. Kafamın, tenimin kirlerinden arınmak metaforu bir yanadursun, o an bir başka maddesellikte olmanın rehavetiyle her şeyden uzaklaşabilmek için bir fırsat olarak görüyordum. Kitapta da dediği gibi, sıcak bir duşun çözemeyeceği hiçbir sorun yoktu.

Etraf iyiden iyiye su buharıyla kaplandığında ve derim de sıcak sudan şikayet etmeye başladığında, musluğu kapatarak Deren'in bana verdiği havluya sarındım. Onda yaşamak yeterince diken üstünde hissettirmiyormuş gibi, bir de hala gidip evden eşyalarımı alacak evreye gelememişim. Ev. Çengelköy'deki o daire için hala bu tabiri kullanmam doğal olarak bir şaşkınlık yaratmıştı. Oysaki o yerde bir daha asla yaşamayacak, anılar biriktirmeyecek, o mutfakta yemek yapmayacak, balkonda şarap içmeyecek, Sade'nin doksanlardan bir albümünü açıp müzik dinleme saatleri yapmayacaktım. Yine de o daireyi hala evim olarak benimsemeden edemiyordum. Yaşanacak anlar mı, geride kalan anılar mı bir yeri ev yapardı, tartışılırdı bu ama bildiğim bir şey varsa artık bazı şeyleri aşmam gerektiğiydi. En azından son bir kez gidip kıyafetlerimi, kitaplarımı ve işte, bir insanın evinde kendine ait neleri varsa hepsini almam gerekiyordu. Kendime bir saç havlusu edinirken düşünmeden edemedim: Bütün eşyalarım hala oradaydı. Bluzlarım, pantolonlarım, bornozum, elbiselerim, kitaplarım, plaklarım, plakçalarım, defterlerim, bilgisayarım. Ege tüm bunlarla aynı yerde yaşarken acaba onun aklına geliyor muydum? Günlerdir çalmayan telefonuma bakacak olursak pek bir etkisi yoktu ama insan izleriyle yaşadığı birini ne kadar uzun süre görmezden gelebilirdi? Sorular, su buharıyla birleşip yüzüme otururken baskılandığımı hissettim. Hızla kapıyı araladım, içeri serin hava doluverdi.

"Çıktın mı?" diye seslendi Deren, fonda bir Budist mantra müziği hâkimdi. Tabii, onun evinde daima fonda bu olurdu zaten. İçeri dolan havayla birlikte burnuma biraz palo santo ve adaçayı kokusu ilişince, nerede olduğum tasdiklenmiş oldu. Kendimi bildim bileli Deren maneviyata ilgiliydi. Düşüncelerimi onaylar gibi, "Ben de evi kötü enerjilerden arındırıyorum. Güzel fikirlerim var bu akşam için." dedi.

Banyoya yerleştirdiğim pijamalarımı giyinirken, cüzi bir sırıtışla "Neymiş o planlar?" diye sordum. Sürprizlerle dolu biri olduğu aşikardı.

"Diyorum ki," diye lafa başladığında kafamdaki havluyla neredeyse bir kare şeklindeki salonuna adımladım. Gri köşe takımının üstünde, elinde bir kitapla oturuyor; boştaki eliyle de kahve saçlarını karıştırıyordu. Çekik sayılabilecek gözleri kitaba bakarken hafif kısılmış –ki bu uğraştığı şeyle ilgilendiğini belli ederdi- ve ince, biçimli dudaklarını ısırmıştı. Ne okuduğunu merak ettim, gözlerini kitaptan ayırmadan "Önce biraz meditasyon falan yapalım, bir kendine gel," diye devam etti. "Sonra tak takıştır. Nişantaşı'ndaki şu yeni terasa rezervasyon yaptırdım, bir şeyler içer takılırız."

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin