KISIM 2 - BÖLÜM 3: ARI SÜTÜ

7 1 0
                                    


3

Kurak, yakıcı bir Bozcaada yazıydı ve yangında hissettirmeye yeminli gibiydi.

Bir yamaca karşı iki iskemle duruvermiş, güneşin batışını sonrasında yaygınlaşacak konumun biraz gerisinde izleyen iki bedeni taşıyordu. Biri küçük biri büyük. Kafamı çevirip baktığımda, babamın ellerinin dizleri üzerine yerleştiğini hatırlıyordum. Ona baktığımı fark etse de gözlerini bir an olsun günbatımının kızıllığından ayırmamıştı. Bir rüzgâr esmişti, öyle kuruydu ki sanki sarı otlar bir kez daha sararmak için yeşillenecek gibiydi. Gözeneklerimin arasına toz toprağın doluşunu hissedebiliyordum. O zamanlar adanın ağırladığı insan sayısı, şimdiyle mukayese edilemeyeceğinden ne ses vardı ne seda. Yalnız ileride geçen birkaç gemi vardı, babam vardı, ben hala vardım.

"Baba," dedim ellerimi tıpkı onunki gibi benim dizlerimin üstüne yerleştirerek. İpek, beyaz elbisemin püskülleri, bağlandığı etekten az önceki rüzgârın etkisiyle hala sallanıyordu. Bakışlarımı babamdan günbatımına yöneltmeden önce bir de onlara uğrattım. O sakin salınım hala aklımda. Biraz aşağısında, ayaklarımı çıplak bastığım toprağın içime doluşu da. "Hep yaz olsa ne olur ki? Kış hiç gelmese. Hep burada kalsak, hep sıcak olsa, hep yüzsek."

Yedi-sekiz yaşlarında bir çocuğun en büyük hayaliydi sorduğum soru. Okula gitmeyeceğim, İstanbul'a dönmeyeceğim, sınır tanımaksızın Christos'la görüşeceğim, akşamları o uzun yemek masalarının kurulduğu bir çocukluktan daha iyisi olabilir miydi? Düşünüyordum da zaten tüm bunlar ne içindi ki? Okumak, çalışmak, bir yerlere gelmek... Para? Para ne içindi? Cevabı basit, mutluluk. Sormadan edemedim: Burada kalsak, bahçeden beslensek, ufak tefek işler yapsak ve az harcasak; mutluluk yine bizi bulmaz mıydı?

"Olmaz," dedi babam, yine gökten ayırmadan gözlerini. Sesi o zamanlarda hırıltı gibi çıkmaya yeni yeni başlamıştı. "Bahar gelmeli. Bahar olmadan olmaz."

"Ne gerek var ki bahara?" diye sordum, tüm merakımla. Onun ise benimkini andıran sivri çeneli, çıkık elmacık kemikli yüzünde sıcacık; anılardan çıkagelmiş gülümsemesi doğuverdi. Acaba ben de gülümseyince böyle görünüyor muydum artık? Acaba beni görenler babamı hatırlıyor muydu? Belleğin uçsuz bucaksızlığına kendimi kaptırmaktan vazgeçtim, onun yerine kendimi sıcak Bozcaada gününe teslim etmeyi sürdürecektim.

"Bahar," dedi. "Berekettir. Tohumun yeşermesi, büyümesi; toprağın bizi doyurmasıdır." Sözlerini nefes almak için böldü ve bu öyle dolu dolu bir nefesti ki, sanki havadan kendine güç, sanki huzur çeker gibiydi. Gözlerinin mayışmış haline odaklandım, kapakları artık biraz daha mahmur kapanıp açılır hale gelmişti. "Sana Kral Telepinu'nun Efsanesi'ni anlatmadım mı yoksa?"

Babamdan neredeyse her gün bir başka masal, bir başka efsane dinlerdim. Kafamın içerisinde Kral Telepinu'yu binbir uğraşla aradığımı hatırlıyorum; anlattığı bir şeyi unutmuş olmak ve onu umursamıyor gibi görünmek istememiştim. Belki bir, belki iki dakika sürdü bu arşiv karıştırma işi ama Telepinu ile kavuşabilecek hiçbir şey bulamadım. "Hayır." dedim, utanç içinde. Belki bana anlatmıştır diye.

Gözleri artık neredeyse batmış olan günün yansıdığı denizde, ufka doğru yolunu sabırla alıyordu. Toprakla, gökle, denizle, güneşle kendinden geçecek kadar bağlanmış bir halde bana Kral Telepinu'nun kayboluşunu anlattığını hatırlıyordum. Öfkelenmiş ve çekip gitmişti Hitit Diyarı'ndan. Neye öfkelendiğini sordum, bunu kesin olarak kimsenin bilmediğini söyledi ama bir fikri vardı: Doğanın harap edilmesini öne sürmüştü babam. Bereketi ona veren, onu doyuran, büyüten; onu "biri" yapan rahmi bıçaklamak gibi kazmak, kesmek, yakmak olduğunu düşünüyordu terk sebebinin.

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin