5
Yaprakları eriyik takvim bir yabancının teninden tenime sızan ter damlaları formunda irtica ederken vücuduma, ışıkların tümü sırtıma birer yük oldu. Sesler birikti, borularımı tıkar oldu. Kendimi ötelerin kenarına sığınmış, yapayalnız biri olarak buldum –geçen sene tam da bugün Sapanca'da, ailesinin dağ evinde Ege'yle birbirimizin kollarındayken şimdi bir başkasının bedeni bedenimle danstaydı. Fikri bile beni diken üstünde hissettirse de içimde ani oluşan ve büyümekteki bu deliğin, artık yalnızca bir post-terk edilme travması olduğunu biliyordum. Farklı bir şeyler vardı. Bir ayrılığın gücünün yetemeyeceği kadar izolasyon, alemler arası sıkışmışlık, kendini bilmezlik ve bir o kadar da öğrenme arzusu; bir zamanlar Nilgün Marmara'nın da dediği gibi yabancıların en yakını olma hissiyatı... Benim sınırlarım dışında beni bulmuş, bir seraba koymuş... Sırp sokakları... Bir Fransız şehrinin hayali... Auschwitz katliamı... Karadeniz tepeleri arasında hiç duyulmadık bir dil, ağaçlar ve nehirler arası sessiz bir bağ ve kabuktan yüzlerin haykırışı: Kimim ben? Kimden kime geldim? Kime gideceğim?
Yabancı, kulağıma eğilip Levent'teki bir plazada çalıştığından bahsetti. Benim nerede çalıştığımı sordu. "Bilmiyorum," dedim. Anlam veremediğinden, belki duyamamışımdır diye sorusunu daha berrak bir kelime seçimiyle tekrarladı. "Bilmiyorum," yineledim.
"Doğrusu ben nerede olduğumu bile bilmiyorum."
Üşümüştüm. Bu hep bahsedilen içten üşüme hissini şimdi yaşıyor olsam gerekti, kendimi tümüyle kopuk hislerin avcunda bulduğum an burayı terk etmek istedim. Deren biraz ötede yabancının arkadaşıyla muhabbet edip kadeh tokuştururken onun huzurunu bozmak istemedim. Biraz hava almaya ihtiyacım vardı, üstelik açık havanın altındaki bir gece kulübündeydik şimdi ama kalabalıkta kendimi köreliyor gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Doğrusu, belki de bu akşam evde kalmalıydım, diye düşündüm.
Yabancıya nereye, ne için gittiğimin hesabını vermeden kendimi birkaç adım öteye taşıdım. Etrafı kolaçan ettim, sokağa nereden inebilirdim? Uzun süredir görmediğim bir insan güruhu arasından etten denizi yararak ulaşmam gereken kapı, bana yardımcı olacağa benziyordu. Kimi tanıdık ama yabancı, kimi ise tümden yabancı olan yüzler arasından sıyrılma çabası içerisinde ilerledim. Ter, parfüm, bolca alkol, elektronik müzik arasında kendimi silikleşir hissetmekten alıkoyamıyordum. İçim, Aral Gölü gibiydi: Bir zamanlar ne sulaktı da şimdi çölleşmeye yüz tutmuştu. Buna karşı koymam gerekti. Korunmam gerekti.
O içgüdüsel kaçış hissiyle vücudumu merdivenlere attığım an, dengem hafif sarsılır gibi oldu. Muhtemelen hızlı hareket etmiştim, içkiyi biraz fazla kaçırmıştım ve kalabalık da dengemi sarsmıştı ama yok, sanki daha farklı bir şey vardı. Kafamın dönüp duruşu içerisinde, hiç bilinmedik frekansları yayan bir radyo dalgasına çekilir gibi hissettim. Kafamın iki yanı görünmez misinalarla bir cisme bağlı gibiydi, neler olduğunu kavrayamayacak bir bulanıklık içerisinde asansörün olduğu kata inen geniş, mermerden merdivenlerin sonunda o çekildiğim şeyi gördüm: Esmer, siyah kısa saçlarıyla orada duran bir kadın bedeni. Neden onu almam, onu görmem gerekiyordu bilemiyordum ama sanki sorularımın cevabı onda gibi hissediyordum.
Saçmalıyorsun, Lara, dedim kendi kendime aniden. Birkaç kadeh alkol nelere kadir, gidip bir yabancıda kendini bulacak halin yok ya.
Aklımın bana oynadığı bir oyun mu yoksa bu iç sesime bir tepki niteliğinde midir bilinmez, kulakları sağır edici bir vızıltı kafamın içini esir etti. Ellerimi Çin işkencesindeymişçesine acı dolu yüzümün iki yanına yerleştirdiğimde, kısık gözlerle etrafa baktım. Sesleri benden başka kimse duymuyor muydu? Herkes dansına, içkisine devam ederken ben kafamın içinde sağır edici bir arı vızıldaması ve tanımadığım bir kadında kendimi bulma isteğimle kendi arafıma sıkışmış gibiydim. Neydi bu? Bir çeşit öz-işkence? Yanıtlanmayı bekleyen sorularım o kadar birikmişti ki, kafamı yeniden kadına çevirmek zorunda kaldım. Bilinmez bir güç beni yönetirmiş gibi gözlerimi ona diktiğimde bu kez, o da direkt olarak bana bakıyordu: Su yeşili gözleri, hafif kemikli burnu ve sert mizacıyla ondan korkmam gerekir gibi hissetmiştim. Kimsin sen? Aklımın içinde sordum bunu ona, yanıtsız kaldı. Ne ben onu tanıyordum ne de o beni, biliyordum ama ikimiz de birbirimize böylesine bakışlarla saplanmışken konuşmamız gereken bir şey olduğunu biliyordum.
Yaşça hemen hemen aynı civardaydık. Acaba onu bir yerde gördüm de yalnızca yüzünü mü çıkarıyorum, diye düşündüm ama yok; çıkık elmacık kemikleri ve sivri çenesiyle, boylu boslu haliyle bir daha onu incelediğimde bu kadını tanısam unutmamın pek kolay olmayacağını biliyordum. Kendine has bir güzelliği vardı, kavruk teninin üstündeki ışıltı bu yarı-aydınlatılmış teras girişinde bile kendini belli ediyordu. Üstelik su yeşili gözlerinin bana bu derinden bakışı, hiç unutamayacağım bir tesire sahipti. Nefesimi fark etmeden tuttum, ona bakmayı bir an olsun bırakmadım; o ise nefesleri konusunda pek berrak olmasa da, tıpkı benim gibi gözlerini bir an olsun ayırmadı gözlerimden. Yok, daha fazla kafamın içindeki bu vızıltı, ruhumdaki bu yıpranmışlık ve bilinmezlikle durup da bu kadınla psişik oyunlar oynayamayacaktım. Dirayetimin tükenmeye baş gösterdiği noktada, vahşi doğada bir hayvan gibi kendimi merdivenlerden aşağı tabiri caizse bırakıverdim. Ayaklarım suda kayar gibi mermer basamakları aşarken kadın, gerçeküstü bir hareketsizlikle konumunu değiştiriverdi. Yüzünde belli belirsiz, alaycı bir gülümseme... Alkol kafamı iyice bulandırmış olmalıydı zira ben ona yaklaştıkça, statik görünümüne rağmen uzaklaşır; maddesel ortamı yok ederek duvardan bile içeri girer gibiydi. Silkelenip bir daha baktım ona, tümüyle gerçek ama bir o kadar da yarı saydamdı. Artık onunla konuşmam gerektiğine emin olmuştum. Beni bekleyen bir şeyler taşıyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan gülüşü büyüyüp yüzüne yayılırken kafamdaki vızıltı devasa bir boyuta ulaştı ve kendimi kadının üstüne resmen fırlattım.
O ise neredeyse bir buhar oldu, daha geriye gitti ve ellerini; üzerindeki yeşil kumaş elbisenin üzerinde tuhaf, bir çeşit rahibe edasında birleştirdi. Gözleri hala gözlerimdeydi. Nasıl olduğunu anlayamıyordum, burada ama değildi: Duvardan ötede ama görünürdü. Kafamın içi bir yandan vızıltı, bir yandan da bu çözümsüz kördüğümle uğraşırken kafasını büyük bir asaletle öne doğru eğdi. Yüzündeki gülümseme içime bir ışık huzmesi gibi oturuverdi.
Sonra dudaklarını araladı. "Duyuyorum," dedi. Sesi, kafamın içinde olmasına rağmen etrafta yankı yapacak bir hale sahipti. Anlam veremedim. İşte uyku-uyanıklık uyuşmazlığımın ta kendisiydi bu: Rüyadan kadın bana baktı, gözlerini "sakin ol" der gibi uzun süren bir kırpışın ardından, "Duyuyorum seni." diye devam etti.
"Neler oluyor," diyebildim, dizlerimin bağı çözülmeden birkaç saniye önce büyük güçlükle.
Vücudum yere yığılırken hiçbir şey yapmadı. Hala aynı sakinlikte, yeşil su içime işleyecek derinlikte üzerimdeyken, bana içimin en derininden gelen bir melodiyle kafamı daha da karıştıracak bir yanıt verdi.
Bul beni.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RUH GÖÇÜ
FantasyGenç bir kadının bildiği her şeyi unuttuğu ve hepsini sil baştan öğrendiği spiritüel bir Batı Anadolu hikayesi.