KISIM 1 - BÖLÜM 10: SENİNLEYİM

11 4 0
                                    




10

İnsanın görünürde iki büyük savunmasızlığı vardır: Doğum ve ölüm. Dünyaya gelirken ardımızda bıraktığımız kimsesiz ayların etkisiyle; dünyadan giderken de karşılanacağımız kimsesizlikte tüm silahlarımızı kaybetmiş, güçsüzleşmiş, bu zafiyeti de kabullenmiş halde yola devam ederiz. Bu iki temel, insanın istem dışı zayıflıklarını oluştursa da bir de nefes aldığımız, kimsesiz olmadığımız belki ama kendimizi kimsesiz gördüğümüz günlerde de savunmasız oluruz. İstenen, seçilen, kabul edilen savunmasızlıklardır bunlar. Kimi zaman bir şarkıyla, kimi zaman bir sözle, bir sesle, bir kokuyla; duyulara hitap eden ve belki de hiç etmeyen, bir çağrışımın izinde beyaz bayrak sallarız hayata. Ben kaybettim, sen kazandın. Ne zor bunu söylemesi, neden ki? Kafamı kurcalayan bir şey de buydu işte. İnsanlar olarak kaybetmekten, üzülmekten, paramparça olmaktan neden bu kadar korkardık?

Zihnim, yine kalbimden çizilmiş o toz toprak yolun yolcularıyla doluverdi. Yer yer edebiyat, yer yer hüzün, yer yer beni oluşturan diğer şeyler. Kendimi onun kollarında buluverdim, yeniden. Oysaki düşünmeyecektim, maddesel vedamı etmiştim ve şimdi yemiş olduğum, mideme oturmuş bir ağır yemek olan ayrılığı sindirme vaktimdi. Henüz yeterince istirahat edememişken iklimlerim arasında dolaştım. Dün olanları kafamın içinde bir kez daha, engel olamayarak değerlendirmeden edemedim.

"Seni seviyorum," dedi, gözlerimin içine bakarken daha önce bu kadar inanmak istediğim bir şey olduğunu hatırlayamadım. Elleri sırtımda sarsıntılar içindeki güvenimi yatıştırmak için gezinirken, aslında ileriye yönelik bir başka yıkımı tetikliyordu. "Bu kararımın sevgimle bir alakası yok."

"Ne o zaman?" Hıçkırıyordum. Olmuştu işte, çıkarıvermiştim, yırtmıştım burkamı ve çırılçıplak bir çocuk olarak duruyordum onunla. Onunla, evimizin parkesinin üzerinde, korkutucu derecede bir savunmasızlıktı eşlikçim. İşte, seçilen, kabullenen zafiyet tam olarak da buradan çiziyordu haritasını. "Neden bitiriyorsun?"

"Bilmem," dedi, kestirip atar gibi. Dört duvarın arasında, bir tavanın altında kendimi bir yağmurda buluverdim.

"Bir şey söylesene," Kendimi hayat boyu bir şeye yalvarmaya yeltenir halde bulmamıştım. Yüzümü onun yüzüne değdirirken, yüzündeki ince tüylerin değişiyle gündüzü görür gibi oldum. İçimde bir yerler aydınlanırken dışarılar daha da karardı. Korku sardı içimi. "N'olur, bir şey söyle. Başka biri var aklımda de, seni aldattım de, artık sevmiyorum de... Ne bileyim, iyi hissetmiyorum, zor bir süreç falan de ama söyle bir şey."

Yüzünde bana daima küçük bir çocuğu hatırlatan tebessümü yayıldı. Ya, o çocuk... Onun içindeki çocuğu sahiplenmeye çalıştıkça kendiminkinden ne de uzaklaştığımı fark ettim. Bazen yaralarımızı tedavi etmeye korkup görmezden gelmek için başkalarının yaralarını iyileştirmeyi deniyorduk. Aynada kör, pencerelerde şahine dönüşüyor; her karşılaştığımız yüze bir şifacı gibi yaklaşırken kendimizi hor görüyorduk. Bu, sonu görünmeyen bir denizde yüzmeye başlamak gibiydi. Üstelik bu denizde yüzmek, boğulana dek sürecekti. Yeni çıktığım, beni yıkamış olan bu süreçten deniz tam da bundan ibaretti. Kendi hayatıma geri dönmemek için onu daha çok tedavi etmek istiyordum. Kendime dönemezdim.

Gülümsemesini silmeden, ellerinden birini sırtımdan aldı ve yüzüme yerleştirdi. Dönüp avcunu öpmek istedim. "Yapma," dedim sonra içten içe. Daha çok canımın yakacağını biliyordum nasılsa. "Hayır, öyle bir şey yok, tanıyorsun beni," dedi. Birini tanımak nedir? Belki de o ana dair Ege'yi tepeden tırnağa tanıdığıma emindim: Gülüşünü, ağlayışını, homurdanışını, kibrini, tevazusunu ezberlemiş; öte yandan sevdiklerini, sevmediklerini, sevmeyeceklerini öğrenmiştim. Başına şu gelse ne der, sorularını yanıtlayabilirdim de. Tanımak bu muydu? Bu olsa, kendimi bu parkede böyle bir zayıflıkta bulmazdım, diye düşündüm. Kollarının bana dolanışı ne kadar tanıdıksa, gözlerinin ardında benden o kadar başka olduğunu biliyordum artık.

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin