KISIM 1 - BÖLÜM 13: POLENTE

15 3 0
                                    


13

Ayaklarımın toz toprağa bulanmasından korkmadım. Aksine, sol yanımda uçurum ve sonu Ege'nin diğer yakasına çıkan berrak denizle sağımdaki rüzgâr güllerinin arasında kendimi toprağa bıraktım. Rüzgâr, binalaşma olmadığından olsa, varlığını daha hür bir şekilde kendini belli ediyordu burada. Uzakta, belli belirsiz seçilen yük gemileri günü batırırken diğer yandan şortumdan, bluzumdan içeri hava doluyor; kafamın içindeki keşmekeşi ferahlatıyordu.

Mantar tıpa yuvarlanıp ayak parmaklarımın dibine düştüğünde, son günlerde kendimi ona ne kadar benzer bulduğumu fark ettim. Şişe açılır, mantar tıpa bir yerlere fırlar gider ve kimsenin aklına gelmez. Tutunduğu her şeyi kaybeder ve kim bilir, belki de yeni yerini benimser. Benimseyebilirse...

"Özlemiş misin?" diye sordu Ozan ve düşüncelerim bölündü. Polente, Günbatımı'nda oturup güneşin batışını seyrediyorduk. Bu bir çeşit ada geleneğiydi.

"Ne yalan söyleyeyim, burayı pek de hatırlayamıyorum."

"Tüh," Yanında getirdiği kadehlere şarabı doldururken bana göz kırptı. "Neler yaptın bugün?"

Dizlerimi birleştirdim, kendime doğru çektikten sonra da dirseklerimi üzerine yerleştirerek nihayet ellerimi de çenemin altına denk getirdim. Yüzümün ağırlığını böylece vücuduma pay ederken düşüncelerimin yükünü hafifletemeyeceğimi biliyordum. Bundan, yapabileceğim en iyi şeyi yapıp derin bir nefes aldım. Nefes, hayatımızın temeliyken belki de en çok ihmal ettiğimiz aksiyondu. Oysaki hayatı başlatan ve de bitiren bu hamleyi hor görmeyi doğru bulmuyordum. Bana göre güzel, derin bir nefesin tatlıya bağlayamayacağı hiçbir şey yoktu.

"Sabah uyandım, şehre inip biraz alışveriş yaptım," dedim. "Çok kalabalıktı, şaşırttı ama bir o kadar da güzeldi. Uzun süredir ihtiyacım varmış buraya."

Kadehimi bana uzatırken dünkü sözü hatırlattı. "Tanrı, Bozcaada'yı insanlar uzun ömürlü olsun diye yaratmış." Yarım bir gülümseme takındı, yanaklarının altında oluşan çukurlara yöneldi dikkatim. Cildine odaklandım ardından. Ne kadar diri, diye içimden geçirmeden edememiştim. Otuz yaşındaydı ama gencecik görünüyordu.

"Öyle gerçekten de," Onayladım onu. "Sonra kendime kahvaltı hazırladım. Kahvaltıyı ne kadar önemsediğimden bahsetmiş miydim? Bütünüyle günümü belirliyor. Kötü kahvaltıyla başlayan bir günün iyi geçtiğini hatırlamıyorum hiç."

"O zaman seni bulmuşken dünyadaki en iyi kahvaltıcıya götürebilirim," Kadehlerimizi tokuşturduk.

"İddialısın." dedim.

"Orayı asla unutamayacaksın." Başını aşağı yukarı, gözlerini kırpıştırarak salladı. "Başka neler yaptın?"

"Evde varlığını unuttum bir plakçalar buldum. Bir de Hümeyra plağı. Şanslıydım ki çalıştı. Eski masada, bu kez sadece ben olmak şartıyla, kahvaltımı ettim." dedim. Sadece ben olmak şartıyla, kısmında Ozan'ın gözlerinin içinden bana acır gibi bir bakış geçti. Her ne kadar insanların bana acımasından hoşlanmasam da en azından olayları bildiğine emin olmuştum. Tekrar dillendirmek zorunda kalmayacaktım. "Sonra çıktım, seni beklemeden Mitos'a gittim. Günün çoğu kısmı orada geçti zaten. Güneşlendim, yüzdüm..."

"Su çarptı mı? Unutmuşsundur Bozcaada denizinin soğuğunu sen." diye böldü sözümü. Fırsattan istifade şarabımı yudumladım.

"On, bilemedin on beş dakika yüzebildim zaten. En son damarlarım büzüşüyordu çıkarken," Kıkırdadım. "Ama özlemişim. Soğuk da olsa dünyanın en güzel denizi gibi geliyor bana. Bilmiyorum, anlamsız bir duygusal bağım var galiba adayla."

"Ya, sorma," diye alay etti benimle. Dudaklarını bükerek, bir şerit halindeki gür kaşlarını havaya kaldırdı. "Ne büyük bağ, uğramadın yıllardır."

"Döndüm işte sonunda. Hem ne kadar kalacağım bile belli değil bu kez."

"O zaman tekrar hoş geldin," diyerek kadehini kaldırdı. Gülümsüyordu. Biraz önceki gülümsemelerinden öte, hatta dünküleri de dahil edersek bu en sıcak gülümsemesiydi. Aramıza yıllar giremedi diye mi, ortam çok güzel diye mi bilemesem de mutlu olduğu aşikardı. Kaldırdığı kadehle benimkini tokuştururken, hızlı bir nefeslenmeyle beraber ben de etrafı inceledim.

Benzersiz bir yerdi burası. Kumlar vücuduma temas ederken tam karşımda Ozan, her ne kadar yeni biri olsa da eski Christos'a ait o gözler, aralıksız dönen rüzgar gülleri, bağlar, etrafta piknik yapan başka insanlar ve solumda benzersiz gün batımı... Bu adanın havası bile farklıydı. Gök, renk cümbüşüne gömülmüş haldeyken uzaktan geçen yabancı adamların yabancı gemileri ve tertemiz bir deniz... İstemsizce gülümsedim. Genelde hayatımızın en mutlu anlarını yaşarken bilemesek de bazen istisnalar olurdu ya, biliyordum işte. Şaraplarımızdan birer yudum daha alırken olduğum yer ve zaman kendi doğruluklarını kalbime kanıtlamışlardı.

"Anne, ben de içmek istiyorum!" Bir çocuk sesiyle beraber sesin kaynağına kafamı çevirdim. Dört, belki beş yaşında bir erkek çocuğu parmağıyla şaraplarımızı işaret ediyordu ve diğer eliyle elini tuttuğu annesine dönüp ısrar etmeye çoktan başlamıştı.

Genç, muhtemelen turist, annenin yüzüne bakarak gülümsememi genişlettim. Kadın da bana bakarak gülümsedi. "Olmaz annecim," dedi gözlerini benden ayırmadan. "O büyükler için."

Bu sırada Ozan da kıkırdamaya başlamıştı. Fısıltıyla, "Yeni nesil gümbür gümbür," diye araya girdi. Çocuk bir yandan annesine ısrar etmeye başladıysa da benim odağım Ozan'da belirdi. Nedense ona teşekkür etmek istedim. Bu anı paylaşabildiğimiz için ona sarılmak, yılların diri tuttuğu buzlarımızı eritmek istedim. Sonra aniden bu hareketleri yaparsam garip duracağını düşünerek kısa sürede vazgeçtim. Ne garipti, sevgi bu denli kıymetliyken ani gösterimlerden korkuyorduk.

"Güneş batıyor, anne," dedi çocuk, kafamı geri çevirdiğinde yanımızdan ayrılmadığını fark ettim. Annesininki gibi sapsarı saçlı, kahve gözlüydü. Tombul yanaklarının arasına yerleşmiş büyük dudaklarını incelerken, bir gün sahip olmak istediğim o hayallerimdeki çocuğa ne kadar benzediğini fark ettim. Asaf Halet Çelebi'nin de o satırlarda dediği gibi, başkasının da olsa bir insan yavrusunu sevmek, kıvır kıvır sarı saçlarını okşamak istedim. Çocuk paytak adımlarla bize daha da yaklaşırken, bir kez daha o kendiliğinden gelen gülümseme yüzümde yer edindi. "Geriye sayalım mı?"

Sonra başladı. "On... Altı... Sekiz... Dört..." Beklenmedik gelişen bu geri sayım Ozan'ı da beni de ani bir kahkahaya yöneltti. Etikliğini sorguladığımızdan olsa gerek, ikimiz de kahkahamızı gizlemeye çalışırken gözleri gözlerimde; aynı duyguları paylaşıyorduk. İnce üst dudağı zor kapanmanın etkisiyle yukarı kıvrılırken, dudakları büyümüş gibi görünüyordu ve doğrusu böyle, küçük Christos'a daha da çok benziyordu.

Sonra aklıma aniden, onunla çocukken yaptığımız geri sayımlar geldi. Hatırlıyordum, burayı hatırlıyordum. Biz de günbatımına gelip güneşin batışı için muhtemelen pek de doğru ilerlemeyen bir şekilde geri sayıyor, günün bitişiyle de eve dönüyorduk. Belki de şu an yanımızdaki çocuğun durduğu yerde biz de bu sayımı yapmış, biz de günü batırmıştık.

"Hatırlıyorum," dedim, gözlerime ışıltının yerleştiğine tamamen emin bir şekilde. "Burayı hatırlıyorum."

Çocuk yanı başımızda yanlış sayımına devam ederken, Ozan'ın bakışları da parlayıverdi. Bana, az öncekinden bile büyük gülümsüyordu şimdi. Bunca gülümseme, rüzgâr, toprak, deniz, güneş bir aradayken ister istemez sahip olmadığımı düşündüğüm temelin içerisinde buldum kendimi: Mutluluk. Tatlı bir yorgunluğa sinmiş, yaşanmışlıkların ve yaşanacaklara olan umudun parıltılı yolu, mutluluk.

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin