KISIM 1 - BÖLÜM 14: ZENBUR

16 3 2
                                    


14

Güneş battıktan, şarap bittikten sonra Ozan'la evlerimize çekilmiştik ve doğrusu, her ne kadar onunla geçirdiğim zamanlardan keyif alsam da buraya gelmemdeki temel amacı, kabuğuma çekilme işini gerçekleştirebilmek iyi gelmişti. Hava bir hayli sıcaktı. Esinti içeri dolsun diye bütün pencereleri araladıktan sonra ayağımı parke zeminin serinliğinde sürerek ada tezgâhın biraz ilerisindeki kitaplığın önüne yerleştim. Cevizden olan bu kitaplık, muhtemelen gerçek bir edebiyat sevdalısı olan babam tarafından bizzat yaptırılmıştı. Kafamdaki bu düşüncenin aslı astarı var mıdır diye düşünürken, ceviz malzemenin kitaplığın üstünde bir taç gibi işlendiği iki harfi gördüm: C.G. Gözümün görüp aklıma yönlendirdiği, aklımın algılama seansının ardından da kalbime hissettirdikleriyle bulantılı bir anımsama yaşadım. Doğru bilmiştim, babamın baş harfleri işlenmişti buraya. Cemal Günok. Korkarak da olsa işaret parmağımı C ve G harflerinin üzerinde kavisleri çizerek, cevizi hissederek gezdirdim. Tozlanmıştı. Beynim bu harfleri incelediğim birkaç anıyı sindirmiş olduğundan, bana kusarcasına geri hatırlattı. Boş vermeye karar verdim. Kendimi incitmektense onarmam gerekiyordu. Gözlerimi onun baş harflerinden ayırıp kitapları incelemeye yönelttim. Sıra sıra Asaf Halet Çelebi kitapları, oradan Şeyh Galip'e, ondan da Mevlana'ya ilerleyip; yeri gelince Buddha'ya, Lao Tzu'ya selam veren bir kitaplıktı bu. Okunacak ne çok kitap olduğunu düşünmekle beraber, diğer yandan babamın pek de sıradan şeylere merakı olmadığını fark ettim. Ellerimi kitapların karton, eskimiş sırtlarında gezdirirken bir kitap seçip okumaya karar vermiştim bile. Bunlar arasında elbette ki benim de okuduklarım vardı ve tam da kendi deneyimlerime dayanarak Hüsn-ü Aşk'ı ellerimin arasına aldım. Şeyh Galip. Yıllar önce, henüz lisedeyken okumuştum bunu. Tekrar hatırlama isteğiyle beraber önce kendime bir kupa kahve hazırlayarak kitaplığın çaprazında, merdivenin bitişiğindeki köşe takımına yerleştim. Vücudum, bugün yüzmüş olmamın etkisiyle acıdan ciyaklar gibi bir halde sürekli beni dürtüyordu. Kendime daha rahat bir uzanış pozisyonu bulduktan sonra kitaba başlamadan evvel rastgele sayfalarında dolaşmaya başladım. Yanlış hatırlamıyorsam büyük bir sembolizm içeren bu mesnevide o dönem için epey yeni bir Leyla-Mecnun tipi yorum vardı. Kimyayı bulmak için çöllere düşen Aşk'ın macerasının ne kadar farklı olduğunu o, bana anlatır dururdu.

Babamı çok fazla düşündüğüm için kendime karşı bir sorumluluk duydum. Kitabı bıraksam mı, diye düşünsem de bu evde onu düşünmememin pek de bir imkanı olmadığını biliyordum.

Sayfalarda geziniverdim. Göztepe'deki eski evimizin sadece kitaplara ayrılmış odası sağ olsun, Klasik Türk Edebiyatı'nın Osmanlıca olarak anılan diliyle pek bir haşır neşirdim. Her ne kadar diller hainse ve ben birçok kelimeyi unutmuşsam da kitabın sayfaları arasında gezintimde yüz yirmi sekizinci sayfada duracak kadar iyi hatırlıyordum.

"Zî-rûh olaydı gonca-i nûr

Nûş-ı lebine olurdı zenbûr"

Bir kez daha okudum. Bir kez daha, bir kez daha. Sürekli bir yineleme üstüne kurulu bu düzende aklımın sınırlarını zorlamaya başlarken ister istemez kelimeleri kafamda çevirmiştim bile: "Mumun goncaya benzeyen alevi eğer canlı olsaydı, onun dudağının tatlı suyunu içmek için bal arısı gibi etrafında dönerdi." Arı. Yine bulmuştu beni. Bilincimin duvarları eriyip kendini tümüyle akışkanlığa teslim ediyordu. Vücudumun etrafını ne idiği belirsiz bir sıcaklık sarmaya başlamıştı bile. Kafamı yastığa tümüyle bırakıp tavanı izlemeye koyuldum. Beni böylesine alıkoyan şey, okuduğum beyit değildi. Bal arısının dönüşüyle beraber şimdi tavanda beliren kim bilir, belki de yüzlerce arının hareketi birçok şey ifade etti.

Ve vızıltılar. Bu kez sadece bir vızıltıdan ötelerdi. Elimdeki kitap kayıp yere düşerken vızıltı hemen boşluğu doldurdu. Kimsesizliğin sesiyle aklımın içinde beyitler konuştu:

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin