KISIM 1 - BÖLÜM 7: GÖÇ BAŞLADI

21 5 0
                                    


7

Doğru ya da yanlışı sorgulamak için çok geçti artık. Çengelköy'deki evin girişinden arabamla geçerken kapıdaki güvenliğe selam vermeyi unutmadım. Evet, buradaydım işte. Dün gece yaşadığım buhranları bir kenarda beklemeye alıp yapmam gerekeni yapmıştım. Biraz umudumdan, biraz nefes alışımdan beslenip çokça da dünkü arının bir şeyleri sembolize edeceğine güvenmiş; sabah erkenden Ege'yi aramıştım. Telefonda birbirimize karşı mesafemiz ne kadar olağansa bir o kadar da olağan dışıydı: Doğru, ayrılmıştık, bundan ne büyük bir yakınlık kurabilirdik bilinmezdi ama öte yandan birbirimizin odağından düşeli pek de uzun zaman olmamıştı ve bu mesafe de neyin nesiydi? Sorular, beni içten çökertmek için birikir gibi bir hale sahiplerdi. Bunaldım, tek istediğim evden eşyalarımı alıp Deren'e dönmek oldu. Eğer bir terslik olmazsa bugün ikindi saatlerinde bana yeni bir ev bakacaktık. Bozcaada'ya dönmeden ev durumunu halletsem başka işim kalmayacaktı.

Öyle bir histi ki, şimdi arabamı her zamanki gibi otoparka park ettiğimde nedense hala buranın artık benim evim olmayışı fikri uzak geldi. Sormuştum ya kendime, evi yaşanacak anlarımız mı geçmişe gömülenler mi belirler diye; görünüşe göre şimdi arabadan inip de kısa, dört katlı bloğumuza doğru adımlarken cevabımı almıştım. Batı cepheli dairemizin balkonundan tutup içine, oradan sitenin dört bir yanına yolculuk yapsam aklıma gelen onca şey bana burayı ev olarak benimsetmeye yeterdi. İnsanın mekanlarla ayrı ilişkileri olduğuna oldum olası inanmıştım, zaten meslek olarak mimarlığı seçmem de bundandı. Evin, her ne kadar renginden şikâyet etsem de sarı duvarlarına elimi değdirerek giriş kapısına ilerlerken kendi sesimi duydum. Kendi anılarımı gördüm o dokunuşlarda. Güldüğüm, ağladığım, öğrendiğim, öğrenmeyi reddettiğim günler bilincime bir aktarım başlatmıştı sanki. Sesim, sesimiz... Anımsamak buydu ve dahası, bu anıları şu anımla bağdaştırmak pek kolay sayılmazdı. Son kez burada olmak. Rahatlıkla kabulleneceğim bir şey olduğu söylenemezdi. Tüm bu duygu düğümünün üzerine kendime sabahtan beri yaptığım tekrarı bir kez daha gündeme taşıdım. Ağlamamalıydım. En azından bir başkasının önünde yapmamalıydım bunu, reflekssel olarak kaçardım zaten ağlamaktan ama kalbimde damla damla birikip göl olmuş nahoş heyecan beni evhamlandırıyordu. Ya işler kontrolümden çıkarsa? Kafam allak bullaktı. Ne kadar toparlandığına kendimi ikna etmeye çalışırsam çalışayım, öyleydi işte.

Asansöre binmektense tadını çıkarayım dedim, merdivenlerden ilerlemeye karar verdim. Hemen hemen on beş yılı bulmuş bu sitedeki sevimli bloğumuzun girişinden hemen sonra, iç mekanda iki ayrı merdiven girişi bulunuyordu. Ne anlamı vardı, diye sormak da vardı, kaldı ki minimalist olan her detaya sevdalı biri olarak bunu çokça da sormuştum ama şimdi, sebepsizce burayı olduğu gibi sevmiştim. Belki de hayatta hep yaşanan o "hep sevmişim ama fark edememişim" durumuydu bu. Ayrılıklar, her neye ve kime yönelik olursa olsun, insana içinde birikmiş sevgiyi taşıyordu.

Yüzümde bir buruk gülümseme, kederle sevginin kesişiminde tırmandım basamakları. Ağır ağır, acele etmeden yaptım bunu. Sanki burada daha fazla zaman geçirmeye ihtiyacım var gibiydi, buradan gitmemem gerekiyor gibiydi. Durup birazdan Ege'ye buranın benim de evim olduğunu iddia etmek istedim, sonra onsuz olan evimin burası da olsa aynı hissi vermeyeceğini anladım. Onunla olsa bile aynı hissi veremezdi artık. Zira zaman... Tabii. Deren'le hep paylaştığımız bir cümle dizisi aklıma düşüverdi, Buddha'dandı bu: Her şey gelir ve geçer. Bunu gördüğünde kederin üzerindesindir. Bu, ışıltılı yoldur.

Ne kadar diretsem de kapının önüne bir şekilde varmış, zili de çalmıştım. Kalbim yuvasından kaçmaya çalışan bir kuş gibi göğüs kafesimde çırpınışlara başvurdu, yüzüme kan resmen hücum etti. Nefesimi tutarak bekledim, çünkü aklıma yapabileceğim daha iyi bir şey gelmemişti. Aklımın içinde milyonlarca senaryo birbiriyle bütünleşirken kahverengi çelik kapının sakin hareketiyle, önce kısmen sonrasındaysa tümüyle onu gördüm. Üzerinde siyah, ince triko kazağı ve altında bacaklarını saran koyu mavi kot pantolonuyla her zamanki gibiydi. Korkarak da olsa gözlerimi yüzüne yönlendirdim, sarı saçlarının çevrelediği beyaz çehresinde iki kehribar nokta: Gözler. Gözlerinde o parıltıyı gördüm, sanki hala gidip ona sarılsam her şey eskisi gibi olabilecekmiş gibi bakıyorlardı. Bir yanım kendini yuvada hissetse de tüm bunların yitirilmişliğiyle diğer yanımı acı çekerken buldum. Hangisini telafi edeceğimi bilemedim, bir yanıma odaklansam diğeri öksüz kalacak gibiydi. Bundan dolayı yapabileceğimin en iyisini yaptım ve dilimi düğümleyen her şeye; saçları, gözleri, kaşları, burnu, dudakları, teni, kokusu, başlı başına sevmiş olduğum her detayına rağmen konuştum.

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin