KISIM 1 - BÖLÜM 12: ŞEFKAT

7 2 0
                                    




12

Yenilikleri, değişimleri sindirmek varlığın en zor işlerinden biridir. Öyle ki, özne her kim veya ne olursa olsun, değişim geçirmek genelde bir yönden varlığı bozar. Hayatımın bu değişimlere yeltenmiş bölümünde her ne kadar bunlar pek iç açıcı düşünceler olmasa da nihayetinde etrafımda ve içimde değişenleri değerlendirmek beni bu sonuca sevk etmişti. Değişim, iyidir elbette, diye iç geçirdim. Ama büyük de bir fedakarlığı peşinde bekler. Bir şeyleri değiştirirken bazen, yıkım beraberinde gelir. Kimi zaman onarmak, kimi zaman baştan inşa etmek için.

Tüm bunlara rağmen, Bozcaada değişimi sindirmekte geçer not almış olmalıydı. Zira otopark olarak değerlendirilen, merkez yerleşimin en gerisindeki eğimli alandan aşağı inip de işletmeler arasındaki sokaklara daldığımızda çocukluğumdan hem çok farklı hem de bir o kadar aynı bir manzarayla karşılaştım. Eylül ayları, Ozan'ın söylediğine göre adanın turizme açık ve canlı olan son günlerini sahiplense de çocukluğumun o sıcacık, bir avuç insanı taşıyan adasından bu yana birçok şey değişime uğramıştı. Hala tam anlamıyla onarıma girmemiş, ki bu da bakiliğini koruyan şeylerden biriydi, kilisenin yokuşundan aşağı inerken gördüğüm tatilciler bu değişimin nihai kanıtıydı. Anladığım ve de tahmin ettiğim kadarıyla genelde İstanbullular akın ederken, çoğunlukla el ele tutuşup yürüyen çiftleri görmek kafamda bir acaba sorusuna yelken oldu. Acaba Ege'yle buraya gelsek, daha farklı anılar biriktirebilsek, sonumuz yine böyle mi olurdu?

Kendime despotluğum tuttu, sert bir hamleyle zihnime darbeyi vurdum ve susturdum düşüncelerimi. Anın tadını çıkarmalıydım. Denize doğru yaklaştıkça gürültü artarken; kalabalıklaşmasına rağmen havanın vücudumu sarışıyla olsun, tipik Rum evleri olsun, dört bir yanda şarap imalathaneleri olsun, burası hala geçmişime dair büyük bir izdi. Düşüncelerime katılmak ister gibi Ozan, "Çok değişmiş, değil mi?" diye sordu. Ona cevap vermek üzere kafamı çevirip biraz da yukarı kaldırdığımda, dişlerini öne seren bir gülümsemeyle devam etti. "Ama bir o kadar da aynı."

"Bunu düşünüyordum tam da." dedim.

"Eskilerden herkes bunu düşünürdü," diye omuz silkti. "Baksana, daha bir şeyler içeriz, değil mi? Ona göre seni küçük Kadıköy'e götüreceğim?"

"Küçük Kadıköy, öyle mi?" Alay ettiğini düşünerek kahkaha attım. Aklımda yer edinen Bozcaada ve Kadıköy'ün ortak olabilecek birkaç yanı vardı ama hiçbiri Küçük Kadıköy çağrışımı yapabilecek bir kuvvette değildi. "Nasıl oluyormuş o?"

Ozan, önden buyurmamı işaret edip centilmenlik yaptıktan sonra birlikte sağa döndük ve ben karşımdaki manzarayı ufak bir hayretle incelerken, "İşte böyle oluyor." diye açıklamasını yaptı. Bir ona, bir de karşımda duran Küçük Kadıköy'e baktım. İnanması güçtü ama gerçekten de Kadıköy Barlar Sokağı'nın bohem barlarından birini kesip buraya yapıştırmışlar gibiydi. Sadece biraz adalı makyajı yapıp sunmuş olabilirlerdi, o kadar.

"Şaşırdın mı?"

"Beklediğimi söyleyemezdim."

Dar sokakta, muhtemelen müze olan bir binanın tam karşısında duran barda kütükten yontulmuş masa ve sandalyeler arasında kendimize bir yer bakarken kulağıma yüksek tempoda çalan müzik ilişti. Bakkal. Bütün yol boyunca sessizliğini korumuş adada o uğultu gibi gezinen insan sesinin tümünü bu barın karşıladığına emindim. Öyle ahım şahım bir kalabalık olmasa da Bozcaada'nın görebileceği en büyük kalabalıklardan biriydi bu zira son boş masaya biz oturmuştuk. Hemen bitişik masamızda orta yaşlarını tamamlayıp yaşlılığa adım atan bir arkadaş grubu kahkahalarla muhabbet ederken solumuzda, kapının önündeki açıklığın öteki tarafında ise yuvarlak, dar bir masada bir kadın oturuyordu. Hiç de huyum değildir ama kadını şöyle bir süzdüm, kahverengi saçlarını toplamış, üzerine çiçekli bir gömlekle şortunu geçirmiş, Adalı imajını üzerinde taşıyordu. Önünde bir kadeh içki, biraz kuruyemiş ve slim sigara paketi duruyordu. Dudağındaki sigaradan bir nefes alırken eliyle garsonlardan birini çağırdı, birkaç direktif verip gönderdi.

RUH GÖÇÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin