"Mavi... Uyan."
"Ne oldu?" dedim, anında ayağa firlarken.
"Şöyle aniden kalkmayı bırakır mısın? Korkuyorum."
"Askeriyede acil durum olmadıkça kimse uyandırmaz komutanı. Sen de seslenince. Alışkanlık." dedim esneyip. "Bir şey mi oldu?"
"Radyo da gitti. Çıkıp üst daireye de sordum. Yok."
"Ölelim istiyorlar." dedim sinirle. "Hepimiz topluca intihar edelim ve onlar da, kendileri öldürmedikleri için vicdan azabı çekmesin istiyorlar."
"Galiba haklılar." dedi usulca, az önce benim fırladığım yatağa oturup. "Sabah balkonda otururken, gözümün önünden biri atladı aşağı. Çamaşır falan uçuyor sanıp baktım ben de salak gibi. İnanabiliyor musun? Yere yapışmasını seyrettim."
"Sakin ol. Ben... Sinirle söyledim. Elbet vardır bir yolu. Bir açıklama, herhangi bir şey. Şu an bilmiyorum, ama vardır."
Yosun benim gibi değildi. Narindi bir kere. Bunda benim gibi askeriye kökenli olmamasının da etkisi vardı. Ya da ünlü bir blogger olmasının. Benim için sosyal medya hesaplarımın gitmesini atlatmak çok da uzun sürmemişti. Ama, onun için bu, hâlâ ölüm gibi bir şeydi. Ah, bir de bitmek bilmeyen şu estetik operasyonlarının sona ermesi... Bunun etkisinin, YouTube'dan daha fazla olduğunu düşünüyordum kesinlikle. Hem fiziksel, hem ruhsal. Örneğin, artık saçlarını griye boyatamadigi için diplerinde siyahlar belirmişti. Gözlerindeki lenslerin yenisi olmadığından, elindekileri bitince bu soluk gri gözlerinin eski ışıl ışıl halini görebilecektim. Siyah gözün nesi vardı ki? Herkesle aynı olmaktan bin kat daha iyiydi işte. Ama ne kadar söylersem söyleyeyim beni asla dinlemiyordu. Fiziği mükemmel olmalıymış da, boyu zaten kısaymış, bu yüzden beli ince kalmalıymış da, aman efendim ben doğuştan şanslıymışım ama o dudaklarının slikonları inince napacakmış da falan filan. Birinin çıkıp, ona bunların hiçbir önemi olmadığını anlatmalıydi. İşte, bu ben değildim kesinlikle. Çünkü, beni asla kaile almıyordu. Ozellikle giyindigi elbiselere ve giydiği spor ayakkabıya kadar topuklu ve parlak olan her şeye laf ettiğim için. Ona göre bir kadın bile sayılmayabilirdim, zamanın kurallarına ve güzellik algısına uymayı reddettiğimden dolayı.
"Vardır değil mi?" Usulca yanına oturup "Vardır." dedim. "Ve biz bu yolu kesinlikle bulacağız."
"Sen olmasan evden bile çıkamıyordum ben. Ne yolu, ne bulması?"
"Ben.. Bir şey olduğunu anlayınca sana koştum ilk, kendi kapımı kırıp. Gelmesem, bir yol bulacağından da emindim ayrıca. Sadece, biliyorsun, merak edecek başka kimsem yok." dedim omuz silkerek. Bilgisayarlara ve internete bağlı olan kapı, pencere, ocak, televizyon, telefon gibi aletlerin gittiği gündü o gün. Kolumuzdaki akıllı saatlere varana kadar neredeyse tüm teknolojik aletler... Kapıyı kırmam tam bir günümü almıştı. Yosun'unki de öyle. Uzakta, dışarı çıkamayan ailelerin, evcil hayvanların öldüğünü radyodan öğrenmiştik. Şimdi o da yoktu. Haberleşmek için elimizdeki en teknolojik alet megafondu. Önceden kavun karpuz satar gibi kamyonetlerin arkasında ya da lüks arabalarda dolaşan yetkililer, onların da bozulması ile birlikte, bisiklet kasasında gezmiş bir süre, daha sonra da ümidi kesmişlerdi çoğu kişiden.
Evet, dört bir yanımızda petrol kuyuları, dogalgaz rezervleri vardı. Lakin, hiçbir işimize yaramadığı için, çoğu kişi şehirden uzak evlere yerleşip tarım ile uğraşmaya karar vermişti. Çocuğu olan hemen herkesin tercih ettiği tarla ekme ve hayvan besleme yöntemi, bir çok kişinin aksine, benim için de en mantıklısıydi. Dünya iyice kirlenmiş, denizler yüzüne bakılmaz olmuş, ormanlar çöplerle dolmuş, tarım yapılıyor dediğim yerler bir avuç kalmıştı neredeyse elimizde. Hızlı davranan herkes, en iyisini yapardı bu yüzden.
Ben neden mi hâlâ buradaydım? Öncelikle, çocuklu aileleri alıyorlardı en başta sıraya. Bir de askeriye hâlâ çökmemiști. Sapasağlam duruyor denemezdi. Diz çökmüştü, lakin hala tam anlamıyla yıkılmamıști. Ve ikinci bir emre kadar istifa etmek, kesinlikle yasaklanmışti. Hayır, askeriyenin katı kuralları değildi bu. Herkes için geçerliydi. Çalışma alanı açık olan herkes. Bu yüzdendi her gün başka birinin çatıya çıkıp intihar etmesi. Fazla çıkar yol göstermediklerinden.
"Un kalmamış. Ekmek yapacaktım." dedi Yosun, sessizliği bozup. Kameralar da bozulduğundan ülkedeki çoğu kişi dışarı çıkmaya korkuyordu. Her an biri sizi bir yerde öldürebilir ve çöp konteynerine kadar taşıyabilirse de, kimsenin ruhu dahi duymayabilirdi.
"Çıkıyorum o zaman." dedim, eşofmanın üstüne hırkamı alıp.
"Su da al." Evet. Çeşme suları içilmeyecek hale geleli yıllar olmuştu. Lakin önceden en azından soğuktu. Dolaplar bozulalı kısa bir süre olmasına rağmen, soğuk bir şeyler içmek rüyalarıma girmeye bile başlamıştı. Lakin, eğer kış ayında değilseniz soğuk su bulmanız imkansızdı. Ve kış ayı dediğim, gerçek anlamda aydı. Tam otuz gün. Sonrası sadece kavurucu bir sıcak...
Markete girip, kasaya geldiğim sırada, içeride yanıyor olan lambalar söndü. Küçük bir kargaşa arasında insanların deli gibi çığlık atıyor olduklarını duydum. Sadece burada değil, her yerde aynı şey oluyor olmalıydı. Marketin otomatik kapısı acıktı ve şu an hiçbir hareket yoktu. Elektrik! Bu sefer de o mu gitmişti?
Bir kaç kişinin eline ne geçirdiyse aldığını görüp koşarak çıktım oradan. Elektrik gerçekten gittiyse, paranın da bir önemi kalmamış demekti ve bu, işte bu sefer sonumuz olabilirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YIL 2817
Science-FictionMerhaba: Orada yıl kaç bilmiyorum, ama burada 2817. Böyle bakınca uçan arabalar, beynine takılan çip ile bilgisayara dönmüş insanlar ve hatta ışınlanma sayesinde yürümeyi unutmuş bir gençlik hayal edebilirsiniz. O zaman size tam da şu an önümdeki d...