Eşi benzeri olmayan, cennetten farksız bir tepedeydim. Çıplak ayaklarımla yumuşak çimenlerin üzerinde yürürken huzur verici rengarenk çiçeklerin ve ağaçların arasında yürüyordum. Kuş cıvıltıları ise her yerdeydi. Nerede olduğumu ve nereye gittiğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey Zayn'in beni beklediği ve ona doğru ilerlediğimdi.
Dakikalarca yürümüştüm. Ağaçları ve çalılıkları aşıp bir açıklığa çıktığımda bir uçurum görünüre çıkmıştı. Gün batıyor. Bu kızıl renkler ve doğanın harikalığı beni gülümsetebilirdi ama bunu yapamadım. Uçurumun hemen kenarında duran Zayn, kanımı dondurmuştu. Sırtı bana dönüktü. Beyaz bir gömlek giyiyordu. Sorun şuydu ki, sırtındaki iki kurşun yarası beyaz gömleğini kana bulamış ve bulamaya da devam ediyordu.
Nefesim kesildiğinde olduğum yerde öylece duruyordum. Bedenimin titrediğini hissettim. Kalbimde ise inanılmaz bir ağrı vardı.
Omzunun üzerinden arkaya bakıp geldiğimi görünce tüm bedenini bana çevirdi. Gözlerinde sadece bir ölünün donukluğu görülüyordu.
Gözyaşlarım akmaya başladığında "Bu bir kabus." dedim sessizce. Bu da bir kabustu. Birazdan uyanacaktım, biliyorum.
Uzakta olmasına rağmen ne dediğimi duymuş gibi, ağzından kan akarken bana cevap verdi. "Bu bizim gerçeğimiz aşkım."
Gücüm yoktu. Güçsüzlük, dizlerimin üzerine düşmeme neden olurken dudaklarımın arasından bir hıçkırık yükselmişti.
"Ağlama." dedi merhametle. Ağzından akan kanlar boynundan ilerleyerek gömleğinin ön kısmını da kızıla boyadı.
"Ölmeni istemiyorum. Sonumuz böyle olamaz."
"Biz sonsuzluğa aitiz." dedi uzaklardan yankılanan sesi. "Birbirimizi daima bulacağız. Hatırla."
Son sözleri daha da uzaklardan geldiğinde gözlerim karanlığa açıldı ve panikle yatakta doğrulur bir hale geldim. Titreyen ellerimi ıslak yanaklarıma götürürken derin nefesler almaya çalışıyor ve çarpıntımın geçmesini umuyordum. Bu kaçıncı kabusumdu bilmiyorum. O gittiğinden beri gözlerimi her kapadığımda ölümü tekrar yaşıyor ve ağlayarak uyanıp bir daha uyuyamıyordum.
Yataktan kalkıp doğruca pencereyi açarak temiz havanın içeri girmesini sağladım. İyi değildim. Günlerdir boka batık bir durumdaydım. Olabildiğince kendimi bu odaya kapatmıyor ve insanlarla vakit geçiriyordum ama yalnız kaldığımda bunların hiçbirinin bir değeri kalmıyordu. Onu çok özlemiştim. Ayrılığın böylesine acı verici olacağını ise hiç bilmezdim.
Sandalyeye oturarak dirseklerimi önümdeki masaya bastırdım ve ellerimi yüzüme götürdüm. Güneş doğduğunda dokuz gün olacaktı. Dokuz gündür ondan hiçbir haber yoktu. Endişeliydim fakat tayfadakiler endişelerimi abartılı ve gereksiz buluyordu. Onlar beni nasıl anlayabilirdi ki?
Kabuslarım sadece onunla ilgili değildi. Bazen Jared'ı da görüyordum. Hep aynı kabus. Beni buluyor ve katil olduğumu haykırarak ellerini boğazıma sararak beni boğuyordu. Boğulma hissini en derinlerime kadar yaşamak ise berbattı.
Birkaç dakika orada oturduktan sonra ayağa kalkıp pencereyi kapattım ve yatağa geri döndüm. Uyuyamayacağımı bilsem de gözlerimi kapatmıştım. Güzel şeyler düşündüm. Onunla dolu olan hayaller kurdum. Bunu yapmak her zaman daha iyi hissettiriyordu.
Güneş doğduğunda yeni takımımı giyerek Minik'le birlikte aşağı indik. Gündüzleri Harry benimleydi. Geceleri ise Minik geliyor ve odamın dışında, kapının dibinde oturarak orada uyuyordu. Bu çok acımasızcaydı. Sayısız kez ona burada uyumamasını, gitmesini söylesem de dinlemiyor ve kaptanın emrini çiğnemeyeceğini anlatıyordu. Zayn'in bu konuda kafayı yemiş olabileceğini düşünüyor ama yaşadığım çağın tecavüzcü erkeklerini hatırlayınca ona anlayış gösteriyordum. Ama Minik'in hemen dışarıda olduğunu bilmek bana güven de veriyordu aynı zamanda. Hiçbir adam onun gibi bir devi geçemezdi sanırım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the reaper • zm
FanfictionYabancı, küçük kapıdan geçmemesini söylediğinde Mariah onu dinlememiş ve kendisini on yedinci yüzyılın korsanları arasında bulmuştu.