Doğrunun Uzvu

243 12 3
                                    

"Hangi seçenek seni doğrular?"

Aydınlığın seçenek olduğunu düşünmüştüm küçükken. Karanlığın ise bir tür zorunluluk olduğunu. Odamın her köşesi ışık almalıydı örneğin, güneş ışınları yüzümde gölge oluşturmalıydı.

Zaman geçti. Güneş ışınları solmaya başladı. Benim için karanlık, bir seçenekti artık. Sonra oda da kararmaya başladı. Karanlığın içimde ve dışımda büyüdüğünü düşünüyordum. Sonra bir gün aynaya baktım. Büyüyen karanlığın değil de ben olduğunu fark etmem göğüslerimin çıkmasından değildi, boyumun uzamasından da değildi. Anıların zihnimi her gün karartmasıyla ilgiliydi. Bu benlikte, aydınlığın gitmesini sağlayan benim seçeneklerimdi.
Kardeşimi bırakmak benim seçeneksizliğim olsa bile bu benim en büyük karanlığımdı.

Sonra Ege Ataman çıkageldi.

Karanlıkta kaybolmuş umudu getirdi bana. Evet, Ataman'da bir seçeneksizliğimdi. Bu yüzden ürkmüştüm ondan, belki onun da karanlıktan gelebileceğini düşündüğüm içindi. Diğer bütün zorunluluklarımın aydınlığı örttüğü ve simsiyah ettiği gibi.

Ama baktı bana. Fazla derindi belki de yüzeyselliğin derinliğiydi onunki. Yaptıklarının hepsini bir şekilde çürütebilirdim, yalan çıkartabilirdim. Ama o bana güvenini hissettirmişti, daha doğrusu bunu hafifçe dokundurmuştu. Bunu bazen bakışlarıyla yapmıştı, bazen soru yoluyla. Belki de, kollarıyla omzumun başını tutup gitmemi engelleyerek dile getirmişti bunu.

Belki de, tam o sırada kalmamı sağlamıştı.

İstiyordum. Onu bulmayı istiyordum. Kardeşimi bulmak için istiyordum, vicdanımı biraz olsun hafifletmek için istiyordum. Belki de bunu öylece, derinliğine istiyordum.

Taksinin içinde otururken bunları tartıyordum. Düşünceler beni yorardı aslında. Ama yine de düşünmek zorundaydım. Daha doğrusu, evden çekip gittiğimden beri düşünüyordum. Kardeşimi düşünüyordum, odamı düşünüyordum. Bazen, yemek masanın üzerindeki baskılı peçeteyi bile düşünüyordum. Arada sırada babamı da düşünüyordum. Yüzü, zihnimin tablasına yayılmış sigara gibi kokusunu bırakıyordu zihnime. Yaşadıklarımız düşüyordu bununla birlikte. Çoğu zaman nefretle ansam da bunları, kardeşim belirir belirmez bütün kötü duygular yok oluyordu bir şekilde. İşte o zaman, ağır bir sessizlik çöküyordu.

"Abla geldik." Taksici, bunu gözleriyle de vurgulamak ister gibi dikiz aynasından bana baktı. Gençten bir hali vardı. Yeni çıkan bıyıklarını seçebiliyordum.

"Teşekkür ederim." Gereken ödemeyi yapıp caddedeki kalabalığa karışınca telefonum çaldı.

"Efendim Demir?" Sesimin tedirgin çıkmasına mani olamamıştım. Çünkü Demir beni arayınca hoş sonuçlar olmuyordu. Ve bu defa sarılabileceğim bir Ege Ataman da yoktu.

"Benim işim çıktı. Biliyorsun, üç gündür boyaya gitmiyorum. Patron aradı biraz sövdü." Burnunu çekti ve birkaç saniye
bekledi.
"Gelip Aylena'nın yanında beklesen olur mu? Zaten kurduğu her üç cümlesi sensin." Elimle saçımı arkaya yatırdım. Hayır diyemezdim. Geri çeviremezdim.

"Orada mısın İnci?" Demir'in sesiyle birine çarpmaktan kurtulurken caddenin ortasında durmaktan vazgeçtim.

"Buradayım, buradayım. Tamam geliyorum." Telefonu kapattıktan sonra taksicinin gitmemiş olmasını dileyerek tekrar caddeye çıktım. Fakat taksi ortalıkta gözükmüyordu. Ben de otobüse binmeyi tercih ederek durağa kadar yürüdüm. Açıkçası otobüslerden nefret ederdim. Aslında otobüslerden değil, içindeki bazı zihniyetlerden nefret ederdim. Ama her istediğimde taksiye binme gibi bir lüksüm de yoktu. Bu yüzden otobüse binmek zorundaydım.

Çığlığın EcesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin