Birkaç gün sonra salonda bir şeyler okumaya çalışıyorum ama zihnim sayfada yazılanları algılamayı reddediyor. Aynı paragrafı en azından yirmi kez okumuş olmalıyım ama beynimi kemiren düşünceler Önümdeki yazıların anlamını yitirmesine, onları sadece şekillerden ibaret görmeme neden oluyor, gözlerim kayıtsızca bakıyor yazılara. Özellikle de okuyarak aklımdakilerden kurtulmaya çalışırken bu çok can sıkıcı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım bilincimde Sasuke, Tsunade ve uçup giden gelecek planlarımın gezinmesine engel olamıyorum. Dikkatim bu düşüncelere yoğunlaştıkça da acım artıyor.
Aniden çalan kapı beni düşüncelerden sıyırıyor.
Hâlâ eve bağımlı ve bitkin hissetmeme ve insanlarla görüşmeye istekli olmamama rağmen yataktan kalkıp evde dolanıyorum. Yatak odamda kapalı kalmıyorum çünkü daha fazla pembe duvarlara bakıp durursam aklımı yitireceğim. Şimdilik her sabah duşa girmek ve pijamalarımı çıkartmak benim için büyük başarı. Saçım dağınık bir şekilde tepemde toplanmış, giysilerim birbiriyle uyumsuz olsa da kapıyı çalanların karşısına temiz çıkıyorum en azından.
Kapıyı açınca karşımda otuzlu yaşların sonlarında bir adam buluyorum. Kim olduğunu anlıyorum hemen. Güneşten açılmış dağınık saçları, bronzlaşmış yüzünü sıvazlayan kahverengiye dönük elleri onu ele veriyor.
“Merhaba.” diyorum, aslında ne diyeceğimi şaşırıyorum.
“Sakura değil mi?” diye soruyor, yorgun görünüyor.
“Evet.”
“Ben Tsunade'nin oğlu.”
Ben Tepe Kafe’de çalışmaya başlamadan önce Avustralya’ya taşındığı için Tsunade'nin oğluyla tanışmamıştım ama ondan ve ölen kocasından bahsederdi durmadan. Günün birinde dükkânı kapatıp Avustralya’ya oğlunun yanına gideceğini düşünürdüm hep ama o gün hiç gelmedi.
“Hakkında çok şey duydum.” diyorum, ona gülümsemekten kendimi alamıyorum.
“Aynen ben de.” diyerek hüzünlü bir şekilde gülümsüyor. “İçeri girebilir miyim?”
“Elbette, lütfen.”
İçeri alıyorum onu, mutfağa gidiyoruz, ikimize de çay demliyorum.
“Ne kadar oldu geleli?”
“Birkaç gün. Neyse ki görebildim onu, şey...”
“Evet.”
“Sen de görmüşsün galiba?”
Fincanları, tabakları ve kurabiye kutusunu masaya koyarken evet anlamında başımı sallıyorum.
“Bu iyi.” diyor. “Hemşireler dedi ki sanki bekliyormuş. Vedalaşmak istiyordu belli ki.”
“Sen biliyor muydun?” diye soruyorum, çayı dolduruyor, ona şeker uzatıyorum.
“Hayır ama tahmin etmeliydim.”
“Nasıl yani?”
“Daha sık arıyordu; babamdan, birlikte yaptığımız gezilerden falan bahsediyordu.” diyor ve durup çayından bir yudum alıyor.
“Çok duygusallaşmıştı.”
“Peki, ne zaman öğrendin?”
“Bakım merkezine götürüldüğünde. Oradaki ilk gecesinde aradı beni, ben de bulabildiğim ilk uçakla geldim.”
“Sanırım bakım merkezine gidince sonunun yaklaştığını anladı ve artık daha fazla gizleyemezdi insanlardan.”
“Daha önceden öğrenseydim de değişen bir şey olmazdı ki.” diyor, işin aslı bu anlamında. “Belki önceden hazırlanmak daha iyi olurdu, ne bileyim, böyle çok ani oldu.”
