Issie Adası’na giden feribot, lacivert bir çarşaf gibi yayılan denizi yırtarak ilerlerken, uzakta belirmeye başlayan ada, feribottaki yolculara neler yaşatacağına dair en ufak bir ipucu vermeden sessizce duruyor; sanki başını suyun üzerine çıkarmış kayadan bir dev gibi kendisine doğru ağır ağır yaklaşan feribotu izliyordu. Yaklaşık beş saati karada süren beş buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda kendisini göstermeye başlayan ada, uzaktan âdeta çizgi filmlerdekini andırıyordu. Sol tarafında biraz yüksekçe bir tepe, tepenin eteklerinde seyrek ağaçlar ve küçük bir köy… Köyde, feribottan göründüğü kadarıyla en fazla yirmi ya da yirmi beş tane ev vardı ve tabi bir de kilise… Adanın kalan kısmı, kocaman boş arazilerden oluşuyordu. Âdeta terk edilmiş gibiydi…
Feribot, iskeleye yanaşırken, deniz yolculuğu boyunca etrafı seyretmeye koyulan Bill, Jack, Edwin, Amin ve Martin arabalarındaki yerlerini aldılar. Şoför koltuğunda oturan Jack, önce emniyet kemerine uzansa da sonra yaptığının çok da gerekli olmadığını düşünerek bu fikirden vazgeçti. Köy kilisesinin çan sesi duyulurken Martin, ön tarafta oturan Bill’den telefonunu kullanmak için izin istedi. Bu sırada araba hafifçe sallanarak Issie Adası’na giriş yaptı. Kendilerine yaklaşan kızıl saçlarını arkadan bir toka ile tutturmuş, orta boylu, beyaz tenli, güzel mi güzel bir kadın, “İlerideki kilisenin önünde durun ve beni bekleyin!” dedi. Gençler, şaşkın şaşkın kilisenin önüne doğru ilerlerken, genç kadın da pek de hızlı olmayan adımlarla arabayı takip ediyordu. İskele ile kilise arasında, yürüyerek bir dakikalık mesafe vardı ve bu mesafenin kat edilebileceği kadar bir bekleyişin ardından, genç kadın da arabanın yanına geldi. “Sizi bekliyordum.” dedi ve ekledi; “Mr. Walker’ın yeğeni kim?” Jack, sağ tarafa doğru eğilerek cevap verdi:
“Mr. Walker benim amcam.”
Kadın, “Şimdi buradan saat üç istikametinde gideceksiniz. İleride ahşap, iki katlı bir pansiyon var. Bu pansiyonu geçtikten elli metre sonra seramik kaplı, iki katlı bir başka pansiyon göreceksiniz. Orada beni bekleyin!” dedi. Araba, yavaşça ağaçlar arasındaki yoldan ilerlerken içindekiler hayranlıkla etrafı seyrediyorlardı.
Nihayet genç kadın da yanlarına geldiğinde, gençler etrafı incelemeye çoktan başlamışlardı bile. Kadın, “Adım Nancy.” dedi. “Bu pansiyonun sahibi biziz. Aslına bakılırsa, adadaki birçok pansiyonun sahibi biziz.” Jack sordu: “Amcamı nereden tanıyorsunuz?” Nancy, “Terry Walker… Kendisi bizim eskiden beri müşterimizdir. Sizin geleceğinizi haber verdi ve ben de iskelede sizin ineceğiniz feribotu beklemeye başladım.”
Üç-beş günlük bir tatil için ideal sayılabilecek olan bu iki katlı, seramik kaplı eski pansiyonun giriş kapısında, son kullanma tarihi çoktan geçmiş gibi duran ahşap işlemeli “Shelter Pansiyonu” yazılı bir tabela vardı. Asıldığı paslı çivi, bu kendinden binlerce kat daha ağır olduğu anlaşılan tabelayı kim bilir kaç yıldır taşıyordu? Pansiyonun ilk katına girdiklerinde bir işletmeciden çok bakıcı edasıyla gençlere seslenen Nancy; “Ayakkabılarımızı dışarıda çıkarıyoruz.” dedi. Salona çıkan kapı açıldığında, içeriden görünen ilk şey televizyondu. Hemen kapının sol tarafında bir askılık da vardı; ama dikkat çekmeyecek kadar çelimsizdi. Belki de orada bir askılık olduğunu, sadece iki-üç kişi biliyordu.
Askılığın hemen yanında bir de boy aynası vardı. Alımlılığıyla dikkat çeken kadın, “Aynalar…” dedi sessizce… “Bakmadığın sürece aynaların kime ne yararı var?”
Pansiyonun salonu ve mutfağı bir aradaydı. Televizyonun karşısında bir masa ve iki kanepe, yanında ise mutfak mermeri ve mermerin üzerinde bazı mutfak gereçleri vardı. Mutfak mermerinin en solundaki buzdolabının yanından bir kapı açılıyordu. Kapının karşısında banyo ve tuvalet, sağında ve solunda ise üçer kişinin kalabileceği iki ayrı oda bulunuyordu. Bill ve Martin, soldaki odaya çantalarını koyduktan sonra salona geri döndüler. Nancy, “Rahatınıza bakın beyler!” dedi ve duvarda asılı olan tablodaki “Pansiyon ücreti peşin alınır.” yazısını göstererek ekledi: “Ücreti peşin alıyoruz.”
Martin, arka cebindeki cüzdanına uzanırken, bir yandan da pansiyonun fiyatını sordu. Nancy, geceliği altmış beş dolar olan pansiyonu, kendilerine sadece kırk dolara vereceğini söylediğinde, pansiyonu bedavaya tutmuşçasına sevinen gençler, Nancy’ye teşekkür ettiler. Martin, yüz yirmi doları kadına uzattı ve; “Bu üç günlük para… Üç günden sonra kalmak istersek, tekrar görüşürüz.” dedi.
Nancy, “Adamıza hoş geldiniz beyler!” dedi ve ekledi:
“Çok şanslısınız. Buralarda zamandan bol şey yoktur. Ayrıca az önce evden çıkarken dereceye baktım. Hava bugün otuz altı derece… Yüzmek için çok ideal bir gün yani…”
Bu sözlerine karşılık bulamayan kadın, teşekkür ederek pansiyondan ayrıldı.
Amin ve Edwin de çantalarını alarak, banyonun sağ tarafındaki odaya yerleştiler. Jack, salonu incelerken, Bill yanına geldi ve Jack’in çantasını alarak Martin ile beraber kalacakları odaya götürdü.
Amin ile Martin, alışveriş yapmak üzere köydeki bakkala giderlerken, Bill de mutfakta kahvaltı için bir şeyler hazırlamaya başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞU SAATTE ORADA MIYDIN?!(Son Sayfası Yırtık Kitap)
Mystery / ThrillerKısa zamanda 32 baskı yapan ve 2012 Anadolu Edebiyat Ödülleri'nde ROMAN dalında ödül alan, sıradışı bir polisiye roman... 'Son Sayfası Yırtık Kitap' artık WattPad'de! Keyifli okumalar... Demek buraya baktın. Ama burası "orası!" değil. Peki söyle o z...