Kasım 2022

1.1K 22 43
                                    


Cennet, olmayan kötü şeylerin arkasında saklı... Cennet; 'olmasaydı' kelimesinin arkasında...

11 Kasım 2022

Orta şeritte meydana gelen kaza yüzünden trafik bir anda durmuş, Arapsaçına dönmüştü.

Öğle üzeriydi, Murphy yasaları gereği, kazanın Emir'in bulunduğu şeritte olmaması zaten anormal olurdu da yine de alışkanlık gereği şaşırabiliyordu. Kaderine lanet okumaktan Emir bıkmış, kader ona çelme takmaktan bir türlü bıkmamıştı. Yolun karşı tarafında, ters istikamette giden arabalar da tıpkı her zaman gittiği tepeden bakıp huzur bulduğu ışığı yanan uzak evler gibi hissettirmişti. Olmadığı yerler gibi ya da varlığıyla bozguna uğratmadığı düzen gibi...

Sanki varlığı hep bir soruna sebep oluyor, sorunun merkezinde olmaktan yılmış olsa da kaçamıyordu. Kilometrelerce uzağa da gitse bir şekilde onu bir bela buluyor, uykuya yatan bütün dertler, onun gelmesini bekliyordu.

Hiç bilmediği bir ülkenin hiç bilmediği bir sokağında, hiç tanımadığı birini arıyordu. Bulduğunda ne olacak ne değişecekti sorgulamadan kendisini burada, Saraybosna'da bulmuştu. Elinde yalnızca bir mektup vardı bir de Lelo'nun farkında olmadan emanet ettiği kolye. Anlatacak mıydı dinleyecek miydi belli bile değildi. Önce kolyenin sahibini sonra da onu buraya getiren zalimi bulacak, ikisinden birini alıp geri dönecekti.

Yaz çoktan geçmiş, sonbahar gelmek bilmemişti. Yaşayamadıkları yaza inat o tatlı sıcak günlerden birinde takılı kalmış gibiydi hava. Sıcak hava, akmayan trafikle birleşince iyice çekilmez bir hale gelmişti. Kendinden bile sıkıldığı günlere bir yenisi daha eklenmişti böylece.
Ve en sevdiği mevsimin sonbahar olacağını söyleseler inanmaz, inkâr ederdi ama hayat ona verdiği en güzel hediyeyi bir sonbahar gecesinde, tam da Venüs'ün gününe atılan ilk adımlarda vermişti.

O geceyi, o geceden sonrasını aklına öyle kazımıştı ki, daha önce yalnız geçirdiği 19 yılı bir anda silip geçmişti.

19 Kasım 2021 Cuma günü, Zühre'nin dediği gibi 'Venüs'ün gününde', yani, Emir'in doğum gününde.

365 gün bir dünya yılı; 12 ay, 52 hafta, 8766 saat, 525,960 dakika, 31.557,600 saniye, 1.893.456,000 salise önce Emir, yaşadığı çemberin dışına çıkmıştı. İlk defa. Çemberin dışındaki hayatı görmüştü, hayatın tadını almıştı. İflah olmaz bir şekilde tutulup kalmıştı.

Döneceği kavşağa doğru yavaşça yol alırken telefonu çaldı. Önce ekrana, uzun saniyeler boyunca da sağına ve soluna baktı. Değil açmak, duyacağı sesi duyma ihtimaline bile tahammülü kalmamıştı. Ne zaman bulunduğu yerden hayallerine giden bir yol bulsa onu o yoldan çekip çıkaran, silkeleyip kendine getiren, kendini hatırlatan birini hala nasıl bu kadar çok sevebiliyordu aklı almasa da ısrarını görmezden gelebiliyordu. Bunu zamanla öğrenmişti.
Çalan telefonun sesini bastırmak için arabanın teybine uzandığında dilini bilmediği bir şarkının önce melodisi sonra da sözleri akmaya başladı. Yolun ortasında, akmayan trafiğe savurduğu küfrü bastırsın diye sesini daha çok açıp bir süre dinledi;

"Ovo je vrijeme kad se uči
slovo po slovo riječ po riječ
sjedi mali, tu je tvoj dom
daleko su Istambul i Beč"

(Her şeyi öğrenmenin geldi zamanı
Kelime kelime, harf harf
Otur oğlum, senin evin burası
İstanbul ve Viyana uzak...)

"Sad si mali tu na raskršću
svi su pametni, svi šapuću
ti ne vjeruj nikome na riječ
svaki korak sam moraš preć"

(Şimdi bir kavşakta duruyorsun
Herkes akıllı, herkes bir şey fısıldıyor
Sen kimseye güvenme, inanma
Her adımı kendin atmalısın.)

Telefon ısrarla çalmaya devam edince teybin sesini kıstı. Derin, bezgin bir nefes aldı. Açma tuşuna basıp karşı tarafın konuşmasını bekledi. Bir süre ikisi de sessiz kalınca konuşması gerekenin kendisi olduğunun, hattın diğer ucundakinin o konuşmadan tek kelime etmeyeceğinin bilincine vardı. Pasif direniş göstermenin hiçbir işe yaramadığı, aslında hiçbir tavrın, tepkinin ya da eylemin işe yaramayacağı biri için amaçsız bir çabaydı bu. Hangi şartta olursa olsun arayan kişi bildiğini okumaktan geri durmazdı.

Ciğerlerinde tuttuğu nefesi bıkkınlıkla verip, yüksek sesle; "Ne var?" dedi Emir Kızılhan.

Buraya geldiği günden beri defalarca aramış, Emir açmayınca onlarca mesaj göndermiş, cevap almasa bile varlığını bir şekilde hissettirmenin bir yolunu bulmuştu;

"Abi müdür seni soruyor ikidir." dedi Hakan Tekin. "Yıllık izin dedik ama mezun olduğun günden beri hiç izin kullanmadığını dikkate alarak söylüyorum, artık yemiyor. Bırak izni erken çıktığın gün yok abi senin, paso mesai. İyice işkillenmeye başladı. Kendi çapında mevzuyu araştırıyor haberin olsun. Ne söyleyeyim?"

Emir yalnızca; "Selam söyle Hakan." dedi. Onu yolundan hiçbir kuvvetin ayırmayacağını ikisi de bilse de telefonun diğer ucundaki ses her zamanki gibi kolay kolay vazgeçmeye niyetli değildi. Kaldı ki bunu sesli dile getirmeden önce zaten mesaj olarak göndermişti.

"Kız meselesi diye düşünüyor, o muhabbetten gidelim dersen ikna olur sanki malum, son zamanlarda küçük çaplı bir dağıttın sen!" dedi Hakan.

"Ne bok yersen ye Hakan." dedi Emir aynı ses tonuyla.
Mevzu zaten kız meselesiydi ama bunu bir başkasının ağızından duymak hoşuna gitmedi Emir'in. Konu her ne olursa olsun kendi meselesiydi ve kimsenin müdahil olmasını istemiyordu.

"Ayıp oluyor ama! Beni de almadın zaten yanına, ne yer ne içersin oralarda aklım hep sende. 'Bond' dönüyormuş bu akşam, arabayı garajda göremezse bir kıyamette o kopartacak zaten. Ne yapsak? Yine tehdit mi etsek acaba?" diye sordu Hakan.

"Teknesini bağlayın, batırın, gerekirse tutuklayın, ben gelene kadar dönmesin. Müdür'ü başıma bela etmesin durduk yere. Şu herife 'Bond' demeyi de bırakın artık. O piçi bulmadan dönmeye hiç niyetim yok benim." dedi Emir nefretle. Öfkesini bir an bile kaybetmemişti. Üç ay öncesine dönebilmek için neleri feda ederdi. Bütün yaptığı yanlışları, göremediği ayrıntıları aklına getirdikçe kahroluyordu ama zaman yerinde duran bir kavram değildi, tekrarsız bir şekilde akıp gider, geriye 'Keşke' demekten başka çare bırakmazdı.

"Buldun diyelim, ne söyleyeceksin? Hiç. Ne yapabilirsin? Hiç. Söyledin, yaptın diyelim, eline ne geçecek? Hiç. Vasıfsız çaba." dedi Hakan.

"Senden daha vasıfsız hiçbir çabam olmadı benim, merak etme. Pabucun dama atılmaz. Hem hepsini mesaj yazıp göndermişsin niye bir de arıyorsun ki sen? Kapatıyorum." dedi aynı öfkeyle Emir. (Biraz fazla üzerine gitmiş olduğunu telefonu kapatınca fark etse de gönlünü alabileceğinden emin olduğu için dikkatini fazla dağıtmadı. Onu da tehlikeye atmaktansa kalbini kırmayı tercih ederdi.)

"Dur kapatma" dedi Hakan telaşla.

"Söyle." dedi Emir.

"Mesaj atmadığım bir şey var" dedi Hakan neşeyle; "Uyuyan güzel, bu sabah gözlerini açtı!"

Emir aldığı haberin verdiği rahatlıkla derin, huzurlu bir nefes aldı, başka hiçbir şey söyleyemeden; "Kapatıyorum!" dedi tekrar.

Telefonu kapattıktan sonra ellerini yüzüne götürüp, 'Şükürler olsun.' dedi içinden.

Kimse eskiden olduğu kişi olarak kalmamıştı son bir senede, kırılan kalpler, telafisi olmayan hatalar, kaybedilmiş güzel günler, birlikte mutlu olunmuş kısacık anlar, sonra ne olacağının getirdiği belirsizlik yüzünden yürekleri ağızlarında geçirdikleri her an, hepsini değiştirmiş, dönüştürmüştü.

Telefonu kapattıktan sonra teybin sesini tekrar açtı Emir. Şarkı da hayat gibi akıp gitmişti o konuşurken, sonlarına gelmişti. İstanbul dışında tek kelimesini dahi anlamamış ama sevmişti. Farkında bile değildi, şarkı o'na sesleniyordu;

"furaj mali sam sredinom
furaj mali tom dolinom
Bog te cuva, ti pazi ljude
pa sta bude neka bude"

(Başın dik yürü, yolun tam ortasında...
Koş oğlum bu ovada
Allah seni koruyor, sen de insanları koru
Ne olacaksa zaten olacak.)

Ne olacaksa olsundu.

LOTUSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin