O sabah güneş, aralık ayının diğer günlerinde olduğu gibi aynı saatte doğdu, hava aynı sıcaklıktaydı. Emir ve Hakan aynı saatte uyanmıştı, aynı kahvaltı masası, masada aynı kahvaltılıklar vardı. Simit aynı tazelikteydi. Çay demini aynı vermişti, bardaklar aynı bardaktı. Sessizlik ve uyku mahmurluğu aynıydı. Demem o ki; o sabahı mevsimin diğer sabahlardan ayıran farklı tek bir olgu yoktu. Rüzgâr bile aynı esiyordu.
Ama herkesin bildiği gibi bir şey, o günü, o günden sonrasını, geri dönüşü olmaksızın değiştirecekti. O son huzurlu sabahı, yıllar sonra bile, böyle anımsayacaklardı. Sanki farklı bir hisle uyanmış ama bu hissin ne olduğunu henüz keşfedememiş gibi...
Kapı çaldı. Dışarıda bekleyen sırt çantalı ufak tefek kız, Hakan'ın her zaman yaptığı gibi zile işaret parmağını koymuş ve çekmeyi unutmuş gibi basıyordu. Emir yanındaki kişinin Hakan olduğunu görmese zile basanın o olduğunu düşünürdü. Şimdi zannettiği ondan kopyalanmış başka biri olduğuydu. Yıllar içinde bu sese o kadar alışmıştı ki kapıyı açarken hiç acele etmedi. Hakandan yola çıkarak başka bir bela daha görecek olma düşüncesi acelesizliğini mantıklı kılıyordu. Hayatının ortasına pimi çekilip atılmış bir bomba gibi bütün mahremiyetinin fütursuzca gasp edilişine kimse acele etmezdi.
Beklediği kimse de yoktu. Günler çabuk geçmiş, Venüs'ün kızının önce öldüğünü sonra da yaşadığını öğrenmiş ve kendisini zamanın hızına bırakıvermiş şekilde beklentisiz geçirmişti son zamanlarını. Günün birinde yollarının tekrar kesişeceğini biliyor olsa da bunun için acele etme gereği duymamıştı. Ondan uzakta ve hayatta olması, tekrar bir araya gelme ihtimalleri bile yeterliydi şimdilik ama Venüs'ün kızı böyle düşünmüyordu.
Kapıyı açtı. İlk defa geçen hafta duyduğu cılız ses sanki hiçbir şey olmamış gibi, "Günaydın komiser." dedi. Nedense hiç beklemediği anlarda ve yerde karşısına çıkıyordu. Paralel evrende Hakan'ın ruhundan bölünmüş biri olabileceği fikri ilk kez o an gelmişti aklına.
Buyur etmeden içeri girdiğinde kocaman bir lokmayı ağzına tıkıştırmış çiğneyen Hakan'a sanki yıllardır tanıyor gibi selam verdi;
"Günaydın Hakan."
Hakan kızı tanımıyordu.
Gayriihtiyari "Günaydın." dedi o da. Sanki 'sen kimsin?' diye sorar gibi. Şaşkın bakışlarını kızın üzerinden çekmemiş, yüzünü Emir'e dönmeden bu beklenmedik misafirin kim olduğunu sormuştu.
Emir gayet sıradan bir şekilde "Venüs'ün kızı." demişti. Daha Venüs der demez öksürmeye başlayan Hakan kıza sanki milyonda bir görülen bir doğa olayı gibi bakakalmıştı. Aylarca peşinden koştukları bu ufacık varlığın yarattığı kargaşa utanç verici gelmiş olmalıydı. Kaldı ki o kazadan tek parça çıkmayı başarmış olmak bile başlı başına bir doğa olayıydı. Gözlerinin önüne gelen kazanın görüntüsü ve kızın sanki kazayı kendisi yapmamış gibi davranması birbiriyle çelişiyordu.
Misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş deyiminden yola çıkarak ona da açılan servisle birlikte, kızın ne umduğunu bilmeyen iki komiser bulduğu her şeyi silip süpürmesini izledi sessizce. Yumruk kadar midesine sığanlar hayret verici gelmişti ikisine de. Günlerdir bir lokma ekmek verilmese bile kimse bu kadar iştahla yemek yiyemezdi.
Kahvaltı masasına konan üçüncü servisin üzerinden yarım saat geçmesine rağmen kimse tek kelime etmemişti. İç konuşmalarını bölüp soru cümlesi oluşturacak yetilerini yitirmiş gibi, hatta belki de gördüklerinin hayal olma olasılığını düşündükleri için sesleri çıkmıyordu. İnsan delirdiğini kolay kabul edebilir miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LOTUS
General Fiction...Merdiven boşluğunda, Emir'in annesini elinde papatyalarla son kez beklediği yerde, tam on dokuz yıl önce ona sarıldığında aldığı kokunun aynısının verdiği sarhoşlukla, mutluluğun ne olduğunu tartışmışlardı. Emir bütün gardını indirmişti. Zühre'ni...