Başımı yasladığım kollarımdan kaldırmadan gözümün önünden akıp geçen karanlık İtalya yollarını izledim huzurla.
En sevdiğim ülkede, günün en sevdiğim saatlerinde, en sevdiğim taşıtın içindeydim.
Rehber, Roma'dan Floransa'ya trenle geçeceğimizi söylediğinde trenin yeni nesil bir hızlı tren olacağını düşünmüştüm ama şu an içinde bulunduğumuz eski tip tren aheste aheste rayların üzerinde adımlıyordu.
Her ne olursa olsun, geçmiş ve eskiler, yenilere kıyasla bana çok daha fazla huzur veriyordu.
Gelişen teknoloji, ilerleyen bilim, buluş ve icatlar, kolaylaşan hayatlar insanların gözünü boyarken o boya benim gözlerimi yakıyordu.
Tüm bu ilerlemelerin elbette yararları vardı insanlığa, dünyaya. Sevdiklerimizi her an, her dakika görebiliyorduk telefonun diğer ucunda. Ama aynı zamanda bu kolay ulaşılabilirliğin insan ilişkilerini zedelediğini de görmezden gelemezdik. Mesajına iki dakika geçtiği halde geri dönmediğini söyleyen bir insana, mektup beklemenin, özlemenin ne demek olduğunu gösteremezdik.
Veya hayatını bilime adamış bir insanın, Einstein'ın, ne ümitlerle parçaladığı o atomu, günün birinde atom bombasına çeviren insanlara, o atomun hangi amaçlar uğruna parçalandığını öğretemezdik.
İnsan öldürmenin ruhu kanatacağını, insan öldürenin ruhunun her daim kanayacağını onlara gösteremezdik.
Bazı insanların zihni, bir kafese kilitliydi.
Anahtarsız bir kafes.
Bazıları ise anahtarını, kendisini kafese tıkanların eline verirdi.
Kafese girmeyi reddedip ya da zorla sokulduğu o kafesin kapılarını kırıp çıkmak yerine kafes altından olduğu için şükrederdi.
Gözlerim yanından usulca geçtiğimiz İtalyanca bir tabelanın üzerinden kayıp rayların arasına karıştı. Daha saniyeler önce içim derin bir huzurla kaplıyken şimdi kafamın içindeki şeytanlarla bir aradaydım.
Bazen kendi düşüncelerimin sesini kısmak istiyordum. Bir uzaktan kumandam olsa ve susturabilsem o sesleri, kesebilsem o şeytanların dillerini. Ama asla susmazlardı onlar, susturamazdım. En olmadık zamanlarda bile konuşmaya başlasalar onları dinlemekten kendimi alıkoyamazdım. Ben insanların içindeki o yalnız kız değildim, yalnızlığın içindeki kalabalıktım. Daimi yalnızlığın huzurlu kollarına kendimi bırakmayı isterken, kafamın içindeki şeytanlarla bir başıma kalırdım.
Düşünceler çoktu, düşünceler her yerde.
Düşünceler dipsiz bir kuyu.
Kuyunun dibinde zehirli bir su.
Tek yolu buydu.
Kafamın içindeki şeytanları susturmanın tek yolu, kuyunun dibindeki o zehirli suyu içmekti. Ama asıl sorun, asla oraya erişemememdi.
Her defasında coşkulu bir ümitle gelirdim o kuyunu yanına. Sesleri kısık olurdu şeytanların, hatta belki de gülüşürdüler. Ama bir adım atardım kuyunun içine, ayaklarım boşlukta asılı. Ardından diğer ayağım. Ve tüm o dilleri çok şeytanlar benim bu yaptığıma şaşkınlıkla baktıklarında atardım kendimi o kuyunun içine.
Düşebildiğim kadar düşerdim sonsuzluğun dibine.
Sırtım asla vurmazdı bir zemine.
Zaten ne bir zemin vardı ne de bir kuyu benim zihnimde.
Düşer, düşer ve düşerdim.
Karanlığa gömülmeden hemen önce başımı yukarı kaldırır ve kuyunun başında beni izleyen şeytanlara gülümserdim.
- BÖLÜM SONU -
Selam! Yine uzun bir aranın ardından yeni bölüm attım fakat yeni şehre de eve de artık yerleştiğim için (çok şükür dlcösmöxsd) bundan sonra her hafta cumartesi günleri Renklerin Sessizliği'ne yeni bölüm atacağım.^^
Keyifli, huzurlu, kitap kokulu günler diliyorum... <3
İletişim:
Instagram | iremsray
Twitter | iremsray
Afra Kara Tumblr | beatriceinheaven
Barış Sonat Tumblr | b-sonat
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RENKLERİN SESSİZLİĞİ
Teen Fiction''Sen, kendini cehennemin kapısındaki Beatrice olduğuna inandırmışsın ama değilsin. Sen, Michelangelo'nun kazıdığı mermerden bir meleksin. Beyaz mermerim yoktu belki de ama ben de seni bu kilden yaratmak istedim. Kendini bir de benim gözlerimden gör...