Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
lovelytheband: maybe, i'm afraid
Uzun tırnaklardan daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da uzun saçlardı. Uzun saçlara katlanamıyordum ve gitar çaldığım için tırnaklarımı uzatmaktan başka çarem yoktu. Elbette, penalar ne güne duruyor diye bodoslama bir giriş yapabilirsiniz ama uzun tırnaklara karşı olduğum gibi penalara da karşı biriyim. Aslında kendi bedenimden çıkıp böyle birkaç adım gerileyerek dışarıdan ne tür bir karakter olduğumu çözmeye çalışırsak ben baya baya her şeye karşı olan, burnu havada zengin züppelere benziyorum. Zengin olmamam dışında bir sıkıntı yok. Hem ne diyordum ben, evet, uzun saçlara katlanamıyordum. Saçlarım uzamış, siyah tutamların arasındaki kızıllar neredeyse görünmeyecek bir hale gelmişti. Saçlarımı kesecek ya da boyatacak gücü kendimde bulamıyordum. Dağılmış saçlarla tam bir mantara benzediğime dair konuşan annem her zaman olduğu gibi bu konuda da haklıydı. Tam anlamıyla bir mantara benziyordum. Çirkin, koca kafalı bir mantar.
Sol yanağımda, dudaklarımın hemen kenarında çocukluğumdan kalma bir tırnak izi vardı. Küçükken hangi akla hizmet yüzümü tırmaladığımı bilmiyordum ama olur da bir lamba ciniyle karşılaşırsam cevaplanmasını istediğim üç sorumdan biri bu olurdu.
Sağ yanağımdaki yeşillik sönmek üzereydi. Gözlerimin altındaki mor bataklık ise biraz uyursam köşeye çekilirdi ve asıl sorun da buydu. Uyuyamıyordum. Patlayan dudağımın acısını hâlâ hissediyor ve bazen bilerek orayı dişliyordum. Yarayı açmak, kanatmak, hissetmek için. Sol gözüm iki gün önce başıma açtığım beladan ötürü şişti ve iki gün önce başıma açtığım beladan ötürü belanın manitası olan abla tırnaklarını boğazıma geçirmiş, boğazıma kocaman üç tırnak hediye etmişti. Yara kabuk bağlasa da gelen geçen şu üç tırnak izine bakarak ateşli bir gecenin sonuçları yorumunu yapıyor, bıyık altı gülüyordu. Ateşli bir gece falan geçirmedim. Pulbiber'e gelen motorcu abilerden biriyle ağız dalaşına girdim. Ağız dalaşı da çok güzel bir dayak yememe sebep oldu. Gerçi çok fazla hasar almadan araya Pulbiber'in sahibi, kokteyl uzmanı, olur olmadık her türlü içeceği birbirine karıştırıp millete uzatan, koca koca adamlar olay çıkardığında bar tezgâhının altında sakladığı oyuncak silahını çıkaran Izabel girdi. Silahın oyuncak olduğunu bir ben biliyorum, aramızda kalsın.
Yaşlı Mimi bu mekânı bana söylemekle çok büyük hata etmişti. Eminim şimdi o da öyle düşünüyordur. Pulbiber, çıkmaz sokaklarla vurulmuş, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen kayıp insanlarla doluydu ve ben neredeyse iki haftadır buradaydım. Peggy Sue'nun gidişinden beri buradaydım. Bir korkak gibi burada saklanıyor, eve dönüş yollarını unutmaya çalışıyordum. Şimdi ise bar tezgâhının arkasında, bardakların dizildiği yerde duran kocaman aynaya bakıyor, kendi yansımamı uykusuz gözlerle izleyerek içmeye devam ediyordum.
Gotik arkadaşım Peggy Sue için bir cenaze yapıldıysa bile ben gitmedim. Eve de gitmedim. Odama hiç gitmedim. Bana bıraktığı gitarı oradaydı, odamdaydı. Ayaklarımı eve sürdüğümde ve odama çıktığımda göreceğim manzara belliydi. Bana bıraktığı gitarı işte oradaydı. Siyah, yeni takılmış telleriyle gitarı odamdaydı ve ben aptalın tekiydim.