rage

508 54 165
                                    

Üflediği sigara dumanı yıldızların aydınlattığı gecede süzülürken telefonu bir kez daha titreyerek çaldı. Arayanın kim olduğunu iyi bildiği için bakma tenezzülünde bile bulunmadı. Elindeki sigaradan bir duman daha çekmeden önce viski şişesini dudaklarına götürdü. Zehirli sıvı boğazını yakarken telefonu çalmayı kesmiş, dinlediği şarkı kaldığı yerden devam etmişti.

'Dudakların, dudaklarım... Kıyamet...'

Sessizce şarkının sözlerini mırıldanırken yeniden çaldı telefonu. Kesintiye uğramak çok fazla sinirini bozmuş olacak ki hemen gelen çağrıyı reddetti ve telefonunu uçak moduna aldı. Şarkı yeniden kaldığı yerden devam etti ve o da sözleri mırıldandı. Bir yandan da viskisini yudumlamaya devam ediyordu. Sigara izmaritini çoktan diğerlerinin arasına eklemişti.

Gözleri Batı Sahili'nde gezinirken hayal kırıklığıyla iç çekti. Bütün her şey gözlerinin önüne gelmişti yine. Ona öfke ve acı veren anılardı hepsi artık. Alt dudağını ısırıp, yanağından süzülen yaşa lanet okudu. Hala daha neden ağlıyordu ki? İçi nefretle doluydu oysaki.

Sıktığı yumruğunu gevşetti. Tırnakları avcunu kesmişti ama acısı umrunda olmuyordu son zamanlarda. İstemeden de olsa bedenini acıya dayanıklı hale getirmişti.

Yeni bir sigara yakarken boş alkol şişesini uçurumdan aşağı bıraktı, ardından sırtını tekrardan arabaya verdi. Yıllar içinde duygusuzlaşan gözleri Kaliforniya'da gezindi. Eskiden aşık olduğu bu şehir artık midesini bulandırıyordu... tıpkı onun gibi... Beni bu şehirden nefret ettirdin.

İki gün sonra yepyeni bir dönem başlıyordu. Tabii onun ne kadar umrundaydı? Muhtemelen hiç. Artık ne hayattan, ne kendisinden, ne de başkalarından herhangi bir beklentisi yoktu. Ölmek için doğmuştu ve ölmek için yaşıyordu...

Yıllar bir insanı ne kadar nefretle doldurabilirse o kadar nefretle dolmuştu. Öfkeliydi. Bütün pozitif duygularını yitirmişti. Ama bir o kadar da özlüyordu... Çok özlüyordu.

Sonsuza kadarmış... sonunu da, sonsuzunu da, kalbimi de sikeyim.

.
.
.

Çalan telefonun sesiyle aralandı gözleri. Başı çatlıyordu. Küfür etti, ardından gelen aramayı reddetti. Bu baş ağrısının üzerine telefonun zil sesi hiç iyi gelmemişti. Üzerindeki pikeyi hızla yatağın diğer köşesine fırlatıp dünya etrafında dönerken ayaklandı.

Birkaç boş alkol şişesini devirip yerdeki kıyafetlerini ezdikten sonra banyoya girdi. Aynadaki yansımasının kendisi olup olmadığından emin değildi. Kızarmış gözleri ve belli belirsiz mor halkalar onu acınası gösteriyordu. Bok parçasından bir farkın yok, leş herif.

Hızla elini yüzünü yıkadı ve odasına dönüp birkaç saniye dolabını kurcaladı. Eline ilk gelen şeyleri üzerine geçirip, klasik siyah kapüşonlusunu giydi. Boş çantası belki biraz dolu durur diye şarj aletini, deodorantını ve cüzdanını içine attı. Aman aman dolu gözükmese bile boş da olmadığı belliydi.

Kendi kendine omuz silkti ve evden çıktı. Tıpkı eskiden olduğu gibi yine okulun ilk günü ona zerre heyecan vermiyordu. Tıpkı diğer günlerde de olduğu gibi. Pazartesilerden nefret ederdi, salıdan ettiği gibi. Çarşamba, perşembe de aynı şekilde çekilmezdi onun için. Fakat iş cuma ve haftasonuna gelince her şey değişirdi. Çünkü bu günler kafa dinleyip, müzik eşliğinde rahat rahat bir şeyler içebiliyordu. Babasına göre ayyaştan bir farkı kalmamıştı. Fakat umrunda değildi.

Kulaklığındaki şarkıya odaklanmışken bir yandan da önüne gelen taşları tekmeliyordu. Tüm sinirini ve öfkesini onlardan çıkarıyordu adeta. Dakikalarca yürümenin ardından okul görüş alanına girdi. Her zamanki gibi refleks olarak saatine baktı. Otobüsün gelmesine birkaç dakika vardı. Bakışlarını tekrardan yere indirirken okula doğru yürümeye devam etti. Girişe yaklaştığında önüne bakmadığı için bir bedene sertçe çarptı. Hızla çarptığı kişinin dirseğini kavrarken kim olduğuna bile bakmadan ağzının içinde birkaç özür kelimesi geveleyip oradan uzaklaştı.

Annesi bu yaptığını görse kesinlikle ona çok kızardı. Her zaman centilmen bir beyefendi olması konusunda uyarırdı onu. Eskiden öyleydi de, ama artık serserinin tekiydi. En azından babası öyle düşünüyordu. Annesi aklına gelince derin bir iç çekti ve omzunun üstünden çarptığı kişiye baktı. Aşağı yukarı onunla yaşıt bir kızdı. Yere düşen birkaç kitabı topluyordu. Kapakları ona tanıdık gelmişti. Kaşlarını çattı, kızı daha çok incelemeye başladı. Siyah kısa saçları vardı ama yüzü belli olmuyordu. Aniden içine doğan tanıdıklık hissiyle yüzünü ekşitti. O seni terk edip gitti, bir daha da asla dönmeyecek.

Dinlediği şarkının sesini biraz daha açtı ve okulun bahçesine girdi. El sallayan birkaç kişiyi umursamayıp, birbirleriyle sarılan dostlarının yanına gitti. Okulun ilk günü yine yoğun olacaktı.

.
.
.

Sonunda çıkış saati gelmişti. Tüm gün oradan oraya gitmek, uykusuzluk, hiçbir şey yememek ve lanet olası baş ağrısı çok yormuştu onu. Bir an önce eve gidip uyumak istiyordu. Şimdiyse en üst kattaki resim atölyesinden aşağı inmek ölümüne yorucu geliyordu. Oflayarak merdivenlere yöneldi.

"Hey, adamım! N'aber? Yaz nasıl geçti? İçip içip ağladığına yemin edebilirim!"

Ona doğru gelen beşliğe karşılık verdi ve gözlerini devirdi.

"Anan gibi geçti, piç."

"Ow ow ow, yine çok gerginsin!"

Yeniden gözlerini devirdi.

"Canına susamadıysan benimle uğraşmayı kes, Johnson. Yoksa cesedini yangın merdiveninde bulurlar."

Johnson ellerini teslim olmuşçasına havaya kaldırdı ve geri geri adımladı.

"Sen kazandın adamım. Susuyorum."

Genç adam oradan uzaklaşırken merdivenlerden inmeye başladı. Kulaklığı yine kulağındaydı. Son zamanlarda sık sık dinlediği şarkılardan birini açtı ve bahçeye çıktı. Hava güzeldi. Yorgun olmasaydı belki de sahile inerdi. Ama şu an tek istediği yatağına yatıp bir daha uyanmamaktı.

Ağır adımlarla ilerlerken sanki birinin ona seslendiğini işitir gibi oldu. Kulaklığını çıkarıp etrafına bakındı. Tam o sırada biri kolunu tutmuştu. Arkasını döndü.

"Sonunda buldum seni! Sabah hariç hiç göremedim bugün! Nasılsın?"

"İyiyim, Armin. Sen nasılsın?"

"Harikayım! Sana mükemmel bir haberim var!"

Merakla kaşları çatılırken ileriden bir kız Armin'in işaretiyle onlara doğru gelmeye başladı. Yaklaşıkça yüz hatları daha da tanıdık bir hale geliyordu. Gözleri ilk önce şaşkınlıkla açılmıştı. Ama çok uzun sürmeden yerini boş bakışlara bıraktı.

Armin, kendisinden uzun olan kızın koluna girdi. Otuz iki diş sırıtıyordu. Neşeli sesi ortamda yankılandı:

"Bak! Kim geri döndü!"

Ses etmedi. Buna karşılık sarışın genç şaşırdı. Böyle bir tepki beklemiyordu.

"Eren, hatırlamadın mı? Mikasa! Mikasa Ackerman! Geri döndü, hem de bizim okulda!"

Eren'in yeşil gözleri tamamen duygusuzdu. Armin'in okyanus mavisi gözlerinden, Mikasa'nın gri harelerine çevirdi bakışlarını. Dudaklarından dökülen her bir kelime ve tek düze sesi can yakıcıydı...

"O isimde birini tanıdığımı hatırlamıyorum."

.
.
.
.
.

HOOOOP GÜM BEN GELDIM

eveeet hikayenin gidisati degisecrk demistimmm ehehrhehh

Sizce eren neden bu kadar ofkeli?

Mikasa'yi gerçekten hatırlamıyor mu?

Eheheheh arada kayboluyorum biliyorum ama asıl dönüşüm fenaa olacaaak, yeni kitapla döneceğim size ask bahcelerimmm...

Şimdilik hoşça kalınn veee kendinize iyi bakinnn, sizi seviyorummm veee cokca öpüyorummmm... MUWAHHHHH!!!!! 🍰🍰🍰🍰🍓🍓🍓🍓🍓💗💗💗💗💗💋💋💋💋💋😙😙😙😙😙😴😴😴








the foreign  |  eremika✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin