"Bir yıldızı hak ettim mi?" diye sordu.
Çoktan hak etmişti ama ben bunu bilmesini istemiyordum. Bu, kreşte neresinden hoşlandığımı bugüne kadar hala anlamadığım çocukluk aşkıma, sevgimi belli etme şeklim gibiydi. Yaptığı her şey yetersiz ve sanki daha önce çok daha iyilerini görmüşçesine önemsizmiş gibi davranıyordum. Burun kıvırarak,
"Henüz değil." dedim.
Güneş çoktan doğmuştu ve daha önce görmediğime emin olduğum düzgün asfaltlı bir taşra yolundan şehre doğru ilerliyorduk. Arabanın camını açıp ılık havanın yüzüme vurmasına izin verdim, ardından kolumu camdan sarkıtarak rüzgarla oynamaya başladım. Başım, ona dönük değildi ama arabayı yolda tutmayı başarırken bir yandan beni izlediğini hissedebiliyordum.
"Hazır mısın?" diye sordu. Bakışlarımı neye hazır olmam gerektiğini anlamadığımı belli edercesine ona çevirdim ama o beni daha fazla merakta bırakmayarak "Yıldızımı alacağım hamleyi yapacağım." dedi.
Direksiyonun yanındaki tuşlardan birine götürdü işaret parmağını ve arabanın tavanının yavaşça geriye doğru toplandığını fark ettim. Güneş arkamızdan doğduğu için rahatsız etmiyordu, aksine tüm sıcaklığıyla arabanın içine nüfuz ediyor ve saçlarımı deli gibi uçuşturan hava akımının soğuğundan bedenimi koruyordu.
"Şimdi!" dedi "Ayağa kalk!"
"Efendim?" diye yanıt verdim, ne dediğini anlamıştım ama hiçbir anlam verememiştim.
"Ayağa kalk yoksa kaçıracaksın." dedi ısrarcı bir ses tonuyla.
Arabanın ön camında tutunarak, daha doğrusu ön camına kenetlenerek ayağa kalktım. Hızını hissedilir derecede yavaşlatmıştı fakat hala rüzgarın kulaklarımda uğuldamasına ve saçlarımın yüzümün etrafında dans etmesine engel olamamıştı. Sesini, bana ulaştığına emin olduğu bir tonda yükselterek
"Şimdi gözlerini kapayacaksın ve ben seni tuttuğumda kollarını serbest bırakıp gözlerini açacaksın." dedi.
"Ne!?" diye çığlık attım. Daha çok içerisinde imkansızlığı ve şaşkınlığı barındıran bir nidaydı.
"Bu yıldızı sen de benim kadar çok istiyor musun?" diye sordu aynı yüksek ses tonuyla.
İstiyordum ama ölmek istemiyordum. Hayır, ölmek istemiyordum ama öleceksem de yıldızlı bir anıyla ölmeyi yeğlerdim. Evet, istiyordum ve öleceksem de mutlu ölecektim. Cevap vermeden başımı 'evet' anlamında hızlıca salladım.
"Tamam, gözlerini kapatabilirsin." dediğinde çoktan gözlerimi sıkıca yummuştum.
Arabanın ses sisteminden rüzgarın uğultusunu bastıracak kadar yüksek, huzur dolu bir şarkı yükseldi. Göz kapaklarımın içerisinde notalardan fışkıran renkleri teker teker seçebiliyordum ve hepsi doğan güneşin rengiyle tam bir ahenk içerisindeydiler. Onun tek kolunun iki bacağımı birden sıkıca kavradığını hissettim. Zamanı gelmişti, derin bir nefes alıp rüzgarın, kollarımı iki yana taşımasına izin verdim ve gözlerimi açtım.
Nefesimi, yüzüme çarpan rüzgardan değil yaşadığım hissin hayatımda bir daha eşi benzeri olmayacağını bildiğim içim verememiştim. Kot farkı yüzünden, iki yanımda yükselen yel değirmenlerinin arasında uçuyormuşum gibi hissediyordum ve ileride aşağıya doğru inen dik bir yokuşun varlığı yolu bitiyormuş gibi gösteriyordu. Oraya vardığımızda, güneşi arkamıza alıp bulutlara karışacağımız hissinden kurtulamıyordum. Dört bir yanımdan yükselen ezginin bütünleştiği sözlere dikkat ettim. 'Ya genç ölmemize ya da sonsuza kadar yaşamamıza izin ver' diyordu, kendimi bu iki uç noktanın arasındaki ince çizgide kanat çırpıyormuşum gibi hayal ediyordum, ya birazdan genç ölecektim ya da bulutların arasına karışıp sonsuza kadar yaşayacaktım.
Araba, yoldan aniden çıkıp sol tarafa doğru kıvrılan patikaya girdiğinde ufak bir şaşkınlık çığlığıyla koltuğuma geri dönmüştüm. Sanki bir el beni erişmek üzere olduğum sonsuzluktan çekip almıştı ve ben o elin kime ait olduğunu biliyordum. Yanımda güneşi, en az benim kadar sarı olan saçlarıyla yansıtarak gülümsüyordu. Gözümü ondan alıp arkama yaslandığımda, karşımda şehrin denizi sahiplenen yakasının manzarasını gördüm. Evlerin çatıları yavaş yavaş sarıya boyanıyordu.
"Evet, ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Aklım hala köşe bucak yel değirmenlerinin arasında süzüldüğüm anın hayali ile doluyken ne düşündüğüm gayet açıktı.
"Her biri yıldızlı, tam üç sayfayı hak ettiğini düşünüyorum." diye karşılık verdim gözlerimi onun siyahımsı kahverengi gözlerine dikerek ve çantamdan çıkardığım anı defterinin son üç sayfasının başını, onun da göreceğinden emin olduğum bir şekilde yıldızladım.
Bu davranışımın hoşuna gittiğini belirten yumuşak tonlu bir kahkaha attı. Ardından arabadan seri hareketlerle çıkıp benim oturduğum tarafın kapısını açtı. Elini bana uzattığında kendi elimi onun avcuna bırakırken tereddüt etmemiştim. İki adımla manzarayı kucaklayan tepenin bittiği yere gelmiştik ama ben daha çok dikkatimi hala bırakmadığı elimde yoğunlaştırmıştım. Ilık bir bahar meltemi, onun durduğu taraftan bana doğru esti, ciğerlerim mevsiminden çok önce gelen yasemin kokusuyla bayram etmişti.
"Dördüncü sayfanın da birazdan hak ettiği yıldızı alacağını hissediyorum." derken gülümsüyordu.
Elimin, bedenimin ve renklerin sıcak olduğu yasemin kokulu bir gün başlıyordu.
---------------------------------------------------
"Sevgili Kaşif,
Evet sen!
Hikayenin kapılarını henüz aralama açık yürekliliği göstermiş olan koca gönüllü okuyucu!Bilmeni isterim ki ilk iki bölümde alışmak adına toplayacağın cesaretin, ilk beş bölümde anlamlandıramayacağın bir tad bırakacak ağzında. Biraz böğürtlen, biraz yaban mersini! İlk yedi bölümde ise kendi hayalgücünün renkleriyle süslediğin merak denizlerinde, karşı konulmaz bir yolculuğa çıkmış olacaksın bile.
Bu yolculukta yalnız olman seni üzmesin ve hikayenin her satırında bilesin ki gerçekler, kendine yarattığın ilüzyonların arkasından el sallıyor.
En sonda tekrar görüşmek üzere,
Hoşgeldin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sinestezi
Teen FictionSesil, yirmi yaşına henüz basmış bir psikoloji bölümü öğrencisidir ve okuduğu bölümü seçmesinin en önemli nedeni, sekiz yaşındayken öğrendiği, modern tıbbın hala gizemini tam olarak aydınlatamadığı bir algı komplikasyonuyla dünyaya gelmesidir: Sines...