Babamı ilk defa sigara içerken görüyordum ve aynı zamanda, ilk defa alnındaki kırışıklıkların sayısının arttığını fark ediyordum. Hastanenin önündeki tüm banklar dolu olduğu için, biraz ilerisindeki çimlik alana oturmuştuk. Yalnız değildik ve civarda oturan pek çok kişinin, babam gibi uzaklara daldığını görmek huzursuzluğumun katsayılarını arttırıyordu. Dayanamayıp söze ilk giren kişi oldum.
"Normalde de bu kadar uzun sürüyordur herhalde." dedim.
Babamdan, cevap almak gibi bir niyetim yoktu, sadece yaşadığını belli eden fonksiyonlarından birini gösterse yeterdi. Başını hafifçe bana çevirdi. Yüz yüze geldiğinizde, kırklı yaşların ortalarındaki erkeklerin çoğunda görülen alnının iki yanındaki açıklığı fark edebiliyordum. Kumrallığını kaybeden beyaz saçların da en belirgin olduğunu bölge buradan başlıyordu.
"Senin için neredeyse on iki saat beklemiştim." derken yüzünde, o günlerden emekli bir gülümseme belirmişti.
Ufak bir şaşkınlık belirtisi gösterdim. Doğumumla ilgili bu ayrıntıyı yeni öğreniyordum.
"O zaman en kötü ihtimalle daha, on bir saatimiz var." diye karşılık verdim. Amacım, havadaki gergin telleri biraz olsun yumuşatabilmekti; fakat O, titreyen parmaklarının arasındaki izmariti toprağa gömerken, öncekinden daha dalgın gözüküyordu.
Bu kısa ve başarısız durum kurtarma çalışmamın ardından çok geçmemişti ki görüş alanıma babamın omzuna dokunan bir el girdi. Uzun, dümdüz ve boya olmadığına kimseyi inandıramadığı sarı saçlarının arasından koyu mavi bir çift göz bize gülümseyerek bakıyordu. Teyzem, eğer boyundan çalınan on santim ve kimliğinde yazan iki senelik yaş farkı olmasaydı, annemin karbon kağıdıyla çıkarılmış kopyası sanılabilirdi.
"Her şey yolunda, içeri gelebilirsiniz artık." dedi dudaklarında asılı gülümsemesini bozmadan.
Biz, teyzemin peşi sıra hastaneye girerken babamın iki ayağı üzerinde uçtuğuna yemin edebilirdim. Annemin alındığı odaya doğru adımlarımızı sıklaştırdığımızda yüzüme çarpan hastane kokusu yüzünden midemin alt üst olduğunu hissedebiliyordum. Kardeşe sahip olmanın ne demek olduğunu kavrayamadığım o ilk saniyelerde, aptal cesaretimle ilk olarak odaya giren ben olmuştum. Babam, annemin yanına koşarken ben, yatağın ucunda dikilmeyi tercih etmiştim ve annemin kucağında duran, kafasının yanaktan oluştuğunu düşündüğüm bebeğe, kardeşime, açık arttırma müzayedesindeki sanat eserine, kafasında henüz bir fiyat belirleyememiş müşteriler gibi bakıyordum.
Tam on üç yaşındaydım. Yağda yumurtayı tek başıma kırabiliyor ve matematikte iki bilinmeyenli denklemleri alt edebiliyordum; fakat kıskançlık duygusunun üstesinden gelemiyordum.
"Sesil, ilk olarak sen kucağına alacaksın." dediğini işittim annemin. İçimde tartışan ve nasıl davranmam gerektiğine henüz karar verememiş sesleri fark ettiğini, bakışlarından anlayabiliyordum.
Buradan çıktığımızda, eve, bu küçük oyun hamuru görünümlü bebekle birlikte gidecektik ve o kucaklama anı mutlaka yaşanacaktı. O yüzden diretmeden anneme yaklaştım ve kollarımı uzattım.
Göründüğünden çok daha hafifti; öyle ki sanki kollarımla biraz daha kavrarsam kırılacakmış gibi hissediyordum. Kafasının üzerinde saman gibi sarı, cılız saç tellerini seçebiliyordum. O anda, neden yeni doğan bebeklerin üzerinden 'Anneye mi daha çok benziyor yoksa babaya mı?' tartışmasının döndüğünü aklımda somut olarak canlandırabilmiştim.
"Tıpkı bana benziyor." dedim, içimde nasıl yeşerdiğini bilmediğim sempati tomurcuklarına şaşırarak.
Babam, eşi benzeri görülmemiş bir hevesle beş dakikası henüz dolan kardeşimi benden alırken odanın kapısı açıldı ve içeriye hemşire olduğunu önlüğünden belli eden bir kadın, elindeki ahşap kuş kafesiyle giriverdi. Anlam veremediğim kafese bir açıklama getirmesi için kadının yüzüne boş bakışlarımı çevirdim; fakat o hiçbir şey söylemeden artık annemin bulunmadığı yatağa kafesi bırakıp odayı terk etti. Başımı hızlıca babamın bulunduğu yöne çevirdiğimde, odada tek başıma kaldığımı fark etmiştim. O sırada, hastanenin koridorundan gelen tiz ve keskin bir kadın kahkahası işittim. Daha önce tanıdığım hiç kimsenin gülüşüne benzemiyordu. Sık adımlarla odayı arkamda bırakıp koridora vardığımda etrafta hiç kimse kalmamıştı. Yalnızca koridorun bir diğer ucunda iki adamın hararetli bir şekilde konuştuğunu işitebiliyordum. Bulunduğum yerden o kadar uzaktalardı ki, ne yüzlerini görebiliyordum ne de konuşulanlara bir anlam yükleyebiliyordum.
Ürkek adımlarla, adamların olduğu yöne doğru yürümeye başladım fakat bir terslik vardı; ben ne kadar hızlı yürüyorsam onlar da o kadar hızlı uzaklaşıyorlardı. Tam koşmaya karar verdiğim sırada, birinin kolumdan tutup beni engellediğini hissettim. Beni kimin durdurduğunu görmek için başımı geriye doğru çevirmemle siyah bir çift gözün ruhumun içine işleyişini hissetmem bir oldu.
"Bekle" dedi, belki de dünyanın en ikna edici ses tonuydu.
***
Uyandığımda nefes nefese kalmıştım.
Aynı hafta içerisinde ikinci defa, yıldızlı anılarımdan bir diğerini, kardeşimin doğduğu günü rüyamda görmüştüm ve yine, ilk seferinde olduğu gibi rüya, gerçekle alakası olmayan bir şekilde sona bağlanmıştı. Aklımda, eğer bir çehreye sahipse bile uyanır uyanmaz unuttuğum fakat ses tonu hala kulaklarımda yankılanan siyah gözlerin sahibi vardı. Orada mı beklemeliydim? Birini mi beklemeliydim? Yoksa bir şeyi mi beklemeliydim? Bir anlamı var mıydı tüm bunların, yoksa günlük yaşayışlarımın mı çok etkisinde kalıyordum? Tüm bu soruların cevaplarını test etmek için bugün Taylan'ın provasını bir kere daha izlemeye gidecektim.
Saat henüz, sabahın sekizini vurmamıştı ve bu, bir Pazar sabahına göre dünya standartlarında bile uyanmak için erken bir zaman dilimiydi. Yorganı yataktan atarak panjurun aralıklarından odama dolan ılık ışık huzmelerinin, geceliğimin açıkta bıraktığı bacaklarıma vurmasına izin verdim. Uykulu bakışlarımı odanın içerisine başıboş bırakmışken gözüme başucumdaki komodinde duran anı defterime son birkaç gündür eşlik eden Samuel Beckett'in 'Godot'yu beklerken' adlı oyunu takıldı. Birçok tiradının altını aldığım günü çizip; izleyen günlerdeyse hafızama kazımıştım.
Oyun, iki adamın, bir ağacın kıyısında Godot'yu beklerken kurdukları diyaloglardan oluşuyordu ve üçüncü bir karakter - ki bu karakter Taylan'ın canlandırdığı karakterdi- arada sırada dahil oluyordu. Oyunun ilgi çekici kısmı Godot'nun kim olduğu, gelip gelmeyeceği ve hatta Godot'nun tam anlamıyla biri mi yoksa bir şey mi olduğunun belli olmamasıydı. Öyle ki oyundaki karakterlerin bile bu konuda bir bilgisi yoktu.
Derin bir nefes alıp yataktan atladım ve kampüse buluşma saatinden daha erken giderek, henüz yakmayan bahar güneşinin tadını çıkarmaya karar verdim. Evden dokuza doğru çıkarken aklımda, tam olarak üç hafta önce bugün, geçirdiğim bu saatleri hatırlayamadığım gerçeği 'Bekle!' komutuyla birlikte yankılanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sinestezi
Roman pour AdolescentsSesil, yirmi yaşına henüz basmış bir psikoloji bölümü öğrencisidir ve okuduğu bölümü seçmesinin en önemli nedeni, sekiz yaşındayken öğrendiği, modern tıbbın hala gizemini tam olarak aydınlatamadığı bir algı komplikasyonuyla dünyaya gelmesidir: Sines...