Zaman ne çabuk geçiyordu, daha dün gibiydi. Vahşi doğanın titizlikle gizlediği, gözlerden uzak, yanına yaklaşana kadar sadece çağıltısının duyulduğu, uzaktan gözükmesi imkânsız olan güzelim bakir doğanın içindeki şu küçük çağlayanın, kar beyazı köpükler çıkararak döküldüğü doğal havuzda, masum, alabildiğine saf, karşılıksız, hesapsız, çocukça sevgileri ile üçü de çılgınlar gibi eğlenirlerdi. Bu coşku içinde kendilerini o kadar kaybederlerdi ki akşamın nasıl olduğunu farkedemezlerdi bile. Arkadaşça, dostça, birbirine en acımasızca sulu şakalar yaparak, o sımsıcak temmuz günlerinde, suyun tadını doyasıya çıkarırlardı.
Gökhan birden sırtından suya itildiğini hissettiğinde, az önce kurduğu güzel hayallerden sıyrılmış, ama geç kaldığından toparlanamamış ve boş bulunarak, elbiseleri ile çağlayanın serin sularını boylayıvermişti. Şimdi suya düşmenin şaşkınlığını ve kızgınlığını üzerinden atıp ağır ağır kulaç atarak kıyıya doğru yüzerken, onun haline kıyıdaki üç genç katıla katıla gülmekteydi.
Boş bulunup suya itilmenin sıkıntısı ile kıyıya gelip, basamak şeklindeki bir kayanın çıkıntılı yerini tutup tam kendini yukarı çekmek için hazırlanırken, tırnakları inadına kan kırmızı ojeli, özenli bir kuaförün elinden çıktığı belli olan pürüzsüz, nazik bir el ona doğru uzandı. Bu elin sahibini çok iyi tanıyan Gökhan, ona uzanan bu bakımlı eli görmemezliğe gelerek kendisini yukarı çekmeye çalışırken, o elin sahibi sırnaşıkça yanına gelip, düzgün fiziğini gözler önüne seren kışkırtıcı bikinisinin içinde, değme mankenlere taş çıkartacak vücudunu sergilercesine onun koluna girerek, güya sudan çıkmasına yardım ediyor görüntüsü ile karşı kıyıda abisi Nihat ile oturmakta olan Esra'nın, tüm neşesinin kaçmasına yetmiş de artmıştı bile.
Gökhan, sırtındaki kısa kollu, ıslak tişörtünü çıkarıp sıkarken, baştan çıkarıcı ifade ile hülyalı hülyalı bakan gözlerle onu süzüyordu Çağla. Esra ne kadar ağırbaşlı, ne kadar hanımefendi bir kızsa, arkadaşı Nihat'ın kız kardeşi Çağla da tam tersine, köy hayatına uyum sağlayamamış, yaşadığı çevrede kınayan bakışları üzerine çekecek şekilde farklı giyim tarzı olan, etrafını, yetiştiği çevreyi hor gören, bu şirin köyde yaşayan insanları küçümseyen şımarık tavırlarıyla, buraya yakışmayan bir portre çizmekteydi.
Karşı kıyıdaki Esra'dan yana özellikle bakarak, sırnaştı Çağla. "Gökhaan, kızmadın bana değil mi canım?" dediğinde, Gökhan ne kadar kızsa da bunu belli etmeyerek, nazik bir dille cevap verme düşüncesi ile başını kaldırdığında, zirvesi sisle kaplı dumanlı dağlar gibi kararmış, kara bulutların içinden şimşekler çakan Esra'nın bakışları ile karşılaşınca ne diyeceğini bilemeyip, ağzında belli belirsiz bir şeyler geveleyip durumu kurtarmıştı ama Çağla hâlâ kendi dalgasında, boyuna konuşuyordu. "Bak ne güzel oldu. Seni itmeseydim, suya girmeye niyetin bile yoktu. Dalmıştın, çağlayana bakıyordun. Haydi, ıslak pantolonunu çıkar da beraber rahat rahat yüzelim" deyince, Gökhan ona cevap vermeyip Esra'nın yüzüne bakarak, ıslanan pantolonunu çıkarmak için çalılıklara doğru yönelmişti ki abisi Nihat, "Çağla hiç akıllanmayacaksın değil mi, deli kız!" diyerek, seslendi karşı kıyıdan.
"Ne yapayım Abi? Sen demedin mi bugün senin mutlu günün, ne yaparsan yap diye." dedikten sonra yüzünü astı. "Aslında şimdi şehre inip, okul arkadaşlarım ile buluşup, güzel bir klüpte şöyle çılgınlar gibi eğlenmek vardı ya, neyse" diyen Çağla'nın bu manalı konuşması üzerine, Esra'nın dudaklarının arasından ıslık gibi çıkan, "Gitseydin ya kokoş! Seni kırmızı götlü mumla mı çağırdık " diyen öfkeli sözlerini, hemen yakınındaki Nihat duymuştu. Esra'nın ağzından yılan ıslığı gibi çıkan bu sözler, temmuz sıcağında az sonra patlayacak olan fırtınanın habercisi gibiydi. O yüzden, Nihat hemen onun elinden tutarak ayağa kaldırmış, çağlayan havuzunun etrafından dolaşıp karşıya, Çağla ile Gökhan'ın bulunduğu tarafa giderlerken, bir taraftan da onu yatıştırmaya çalışıyordu. Çünkü eski günlerden çok iyi biliyordu ki onların kavgası kedi köpek gibiydi. Birbirleri ile devamlı didişirler, lâf sokmada yarışır gibiydiler. Bu yüzden Nihat, yalvarır gibiydi. "Aman Esra, gözünü seveyim uyma şu cadaloza," diyordu. "Biliyorsun, bugün kıytırık sosyete kolejinden mezun olmasını kutlayacaktık güya. Bak, senin özenle pişirdiğin misler gibi kokan yemeklere dokunamadık hâlâ." dediğinde, elinde ıslak pantolonu ve mayosu olduğu halde çalılıkların arasından çıkan Gökhan gelirken, Esra ise iğneli konuşmalarına devam ediyordu. "Aman aman kutlasın haspam, gözümüz yok. Gören de çok büyük bir okul bitirmiş sanacak. Beş senede üç yıllık liseyi zorla bitirdi. Sen olmasan... O paraları dökmesen." Bu konuşmaları duyup da fırtınanın kopmasına az kala, Nihat ortalığı yatıştırma telâşı içindeydi. "Tamam Esra ya, uzattın ama," diyordu yalvaran gözlerle. "Gözünü seveyim hatırım için kısa kes. Bak, Gökhan da üzerini değişmiş bu tarafa doğru geliyor."
Bu arada Gökhan, ıslak mayosunu çıkarmış, üzerine siyah bermuda şortunu çekmiş, zaten esmer olan vücudu güneş yanığı ile daha bir kavrulmuş, zayıf ama geniş omuzlarıyla yine de göze hoş gözüken fiziği ile çıkacak olan kavgadan habersiz, bu tarafa doğru el sallayarak geliyordu.
Şimdi dört arkadaş, piknik yerindeki masa şeklindeki ağaç kütüğünün üzerine sıralanmış, Esra'nın dün gece geç saatlere kadar uğraşarak, elleri ile hazırladığı nefis yemeklerin tadına bakmaktaydılar. Nihat, yaptığı esprilerle etraftaki öfkeli havayı dağıtmış, ciddi olması ile tanınan Gökhan bile yapılan şakalara katılıyor, Esra'nın gönlünü almaya çalışıyordu.
"Ee kızım, gıda mühendisliği okuyorsun, ne yani boru mu? Hiç yakınma, tabii ki yemekleri sen yapacaksın. Mazallah yemek için bizi Çağla'nın eline bırakırsan yandık."
Bu konuşmaların üzerine Esra, göz ucu ile Çağla'yı süzüyordu. Şuraya bak ya. Söylenenleri duymuyordu bile. Hiç bir alınganlık ifadesi yoktu yüzünde. Gökhan ise Esra'nın deminki bakışından dolayı gönül alma telâşına düşmüş, o da Çağla'ya verip veriştiriyordu. "Ohoo... Yandık ki vallahi ne yandık. Eğer yemek işinde Çağla'ya kalsaydık, bir de bakmışsın sandviçlerin içinden ruj, ne bileyim göz kalemi falan çıkmıştı sosis niyetine." Onun bu Esra'yı göklere çıkaran, ama Çağla'yı da bir o kadar yerden yere vuran esprisine, şimdi dördü birden kahkahalarla gülüyordu. Hadi yapılan bu espriye onlar gülüyordu da Çağla nasıl gülebiliyordu, hayret! "Bu kadar saftirik işte ne olacak?" diye mırıldandı Esra.
"Esra hatırlıyor musun, yüzme bilmiyordun da Gökhan seni belinden tuttuğu gibi suyun içine atmıştı, nasıl da ciyak ciyak bağırıyordun?" diyen Nihat, birden eski anıları canlandırmıştı durup dururken. Çağla ise bu anıların hiç bir yerinde uzaktan yakından olmadığından, ona söz sırası gelmesini bekleyen, bu filmde rolü çok az olan bir figüran gibi durmaktaydı ama nafile. Çünkü bu anıların hiç bir yerinde yer almamıştı ki. O, tüm çocukluğunu ve genç kızlığa geçiş dönemini burnu havalarda geçirmiş, köy yerinde kimseleri beğenmediğinden, adı Süslü Çağla'ya çıkmıştı.
Masada şimdi neşeli bir ortam oluşmuş, bazen sözü Gökhan alıyordu bazen Nihat... Ama sanki Çağla'ya inat, en çok da Esra konuşuyordu. Esra bir açılmış pir açılmıştı, tutabilene aşkolsun. Maşallah konuştukça konuşuyordu. "Ee Gökhan efendi, senden ne haber? Hadi Nihat kendi yolunu çizdi hepimizin bildiği gibi. Koskoca çiftlik sahibi oldu. Sen ne kadar 'Maho Ağa' diye dalganı geçsen de o gerçek bir köy ağası. Köyün arazilerinin çoğunu satın aldı. Ormanın sınırındaki Karabayır'da bulunan çorak yerleri bile alıp çiftliğine kattı. Gözünün alabildiğine, onun çiftliği uzanıyor şimdi." deyince, Gökhan yüzünü buruşturdu, sıkıntılı bir şekilde başını kaşıdı, "İyi, ne yapalım?" dedi sadece.
Esra, bugünlerde onun en sevmediği konuyu açmıştı yine durup dururken. Çünkü üç yıldır girdiği üniversite sınavlarındaki gelen puanını beğenmiyor, çok istediği Tıp Fakültesine puanı yetmeyince inatla, üniversite hayalini diğer bir yıla erteliyordu. Esra bile o kadar çok istediği Makina Mühendisliği Bölümünü kazanamamış ama bunu hiç dert etmeyerek ilk yıl girdiği sınavda kazanmış olduğu Gıda Mühendisliği Bölümüne paşa paşa gitmiş ve önümüzdeki yıl son senesi olduğundan, mezun olacaktı. Ailesine ve arkadaşlarına bıkmadan usanmadan aynı cevabı veren Gökhan, bıkmıştı bu Tıp Fakültesi sevdasından. Kaç defa, 'Tamam ulan, gönlünüz olsun diye bu sene neresini kazanırsam o bölüme gideceğim. Size inat, puanına falan bakmadan, gözüm kapalı, o bölüme devam edeceğim' dese de söylediğine kendi de inanmıyordu. Çünkü kaç yıldır inek gibi, geceli gündüzlü çalışıyordu fakülteyi kazanmak için.
Onun konuşmasından alındığını sezen Esra, ardından hemen bir espriyle ortamı neşelendirmeyi bilmişti yine işte. "Amaan boşver, ne olacak? Ben de Makine Mühendisliği istiyordum. Bak, gördüğünüz gibi Gıda Mühendisi olacağım kısmetse seneye. Eğer o bölümü kazansaydım zor bulurdunuz siz bu güzelim yemekleri. Zeytinyağı yerine bol bol motor yağı dökerdim artık dolmalara, salatalara." dediğinde, bu espriyle ortam kahkahadan inlerken, bu sırada masanın karşı ucunda somurtuk bir yüzle oturmakta olan Çağla, dalga geçer gibi abartılı bir şekilde ellerini birbirine vurarak, güya yapılan konuşmayı alkışlıyor, "Bravo ya çok güzel, çok güzel, aferin ya! Konuştuğunuz şu mevzulara bakın." diyordu. "Hoop, ne oluyor? Ben mezun oldum burada ben! Şimdi burada benim başarım konuşulacakken, şunların konuştuklarına bak? Yok gıda mühendisiymiş de yok bilmem ne... Hıh!"
Aman! Ortalık gerilecekti. Nihat, 'ne olursun Esra uyma sen' der gibi baktıktan sonra, ortalığı yatıştırmanın zamanının geldiğini farketmişti. "Sahi Gökhan, unutuyordum," diyerek sözü aldı ve konuyu değiştirmek için ona döndü. "Ne zamandır aklımdaydı da bir türlü sana bu fikrimi açamamıştım. Geçenlerde babanla bu konuyu konuşmuştuk bir ara. O da nasıl olsa memuriyetten emekli olduktan sonra köye yerleşecekmiş, öyle söyledi. Ben de diyorum ki..." deyince, sözünün sonunu getirememiş, duraklamıştı. Şimdi masadaki diğer üç kişi ellerindeki yemekleri bırakmış, pür dikkat Nihat'ın ne yumurtlayacağını(!) merak ediyordu. İşin içine babası girince, Gökhan'ın birden midesi buruldu, içine bir sancı çöktü. Babasının işlerine karışmasını istemiyordu. Nihat da Gökhan'ın durumunu çok iyi biliyordu ama ortamdaki konuyu değiştireyim derken, deyim yerindeyse boka sardırmıştı.
Gökhan koskoca bir genç olmuştu artık. Ama her sene gelen puanlardan sonra başının etini yiyiyordu babası. Yok kazık kadar adam oldun, puan diye diye okuma zamanı geçiyormuş da, daha kaç yıl okuyacakmış da, onun yaşındakiler şimdi çoluk çocuğa karışmış da, mış mış da mış... Daha neleer neler. Tam da 'hiç bu konuyu açmasak' diyecekken, Esra karşıdan kaş göz işareti yapıyordu ama Nihat aklındaki düşünceye odaklandığından onu farkedemiyor, habire devam ediyordu konuşmasına. "Diyorum ki ben..." deyince, bu konudan ne kadar rahatsız olduğunu belli edecek şekilde kıpırdandı Gökhan ve sesini yükselterek, asabi bir tonla konuştu. "Ne diyeceksen de Nihat. Söyle de kurtul. Nasıl olsa babamla konuşup kararlaştırmışsınız benim geleceğimi." Gökhan'ın kırgın ve kinayeli sözlerinden sonra konuşmasını yarım bırakan Nihat, başını kaldırdığında Esra'nın 'yaptın işte yapacağını, yine bir çuval inciri bok ettin' tarzında bakışları ile karşılaştı. İkisinin bu anlamlı bakışmasını Gökhan da yakalamıştı. Onların birbirleri ile bu kadar iyi anlaşması zaten onu deli ediyor, bir de onun geleceği hakkında ahkâm kesmeleri söz konusu olduğunda, daha bir delleniyordu. Bugün kopacaksa kopsun fırtına. Kırılgan ses tonu ile konuştu Gökhan.
"Buyur arkadaşım... Dinliyorum seni."
Bu 'arkadaşım' lafını, mesafe koyduğunu belli edercesine, kızgın olduğu zamanlarda kullanırdı Gökhan. Onun iyice kızdığını farkeden Nihat, elini dudaklarına götürerek, 'buradan sonra sustum' anlamında dudaklarını işaret ederek, hayali bir fermuar işareti yaptı. Ama Gökhan'ın tepesi atmıştı bir kere, tutabilene aşk olsun. "Hiç çeneni yorma güzel arkadaşım," dedi elini 'boşver' der gibi sallayarak. "Sen de aynı babamın kafasındansın. Yok köy yerindeymişiz, yok burada en geçerli meslek ziraat mühendisliğiymiş de... Yok çiftlik sahibi arkadaşım varmış da... Senin çiftliğinde hep beraber çalışıp gül gibi geçinirmişiz de... Falaan filan." Herkes sus pus olmuştu. Nihat yine her zamanki gibi boşboğazlık yaptığını anlamış, durumu kurtarmaya çalışırken, Gökhan elindeki zeytinyağlı dolmayı yavaşça tabağa bıraktıktan sonra, sıra ile herkesin yüzüne bakıyor ama sanki onları hiç görmüyor gibiydi. Gözleri onların yüzlerinde dolaşırken o, sanki arka planı, gideceği yeri görür gibi ayağa kalktı ve hiç bir şey söylemeden, sakin adımlarla yürüyerek, çağlayanın döküldüğü yerin yukarısına çıkan patikaya doğru yöneldi. Sık çalılıkların arasında kayboldu.
Masada kalan üç kişiye bir sessizlik çökmüştü. Duyulan, su ve doğanın sesiydi sadece. Küçük çağlayanın mükemmel çağıltısına, kendini göstermeden öten bir kuş sesi, tatlı nağmeleriyle eşlik ediyordu. Ama bu sessizliği Çağla bozdu. "Yaptığınızı beğendiniz mi ikinizde şimdi?" dedi onlara çıkışarak. "Benim şu güzelim mezuniyet günü kutlamamı mahvettiğiniz yetmiyormuş gibi, Gökhan'ın da kalbini kırdınız. Yazıklar olsun size." Esra ters ters baktı Çağla'ya. Gözlerinden öyle bir nefret okunuyordu ki. Hani elinden gelse, onu şu havuzda boğuverir de kılı kıpırdamazdı... O kadar. Bunları söyleyen Çağla, sanki demin burada hiç bir şey yaşanmamış, Gökhan'ı savunan kızgın sözleri kendisi söylememiş gibi, masadan kalkar kalkmaz havalı yürüyüşüne daha bir abartı katarak sanki Esra'ya inat, kalçalarını değirmen taşı gibi çevirip suyun kıyısına gelmiş ve kendini serin sulara bırakıvermişti. Çağla böyle biriydi işte. Gam kasavet hak getire. Onun tuzu kuru olsun da kim ne yaparsa yapsın.
Nihat da yaptığı yanlışlığın farkına varmış, gözlerini Esra'nın gözlerinden kaçırarak, canı sıkkın bir şekilde masayı terketmişti. Bu arada kendine koyu bir kayın gölgesi seçerek, biraz önce oturduğu yerden aldığı kilimin üzerindeki yaprakları silkeleyip güzelce yere serdikten sonra, arkası Esra'ya dönük bir şekilde, sözüm ona öğle uykusuna yatmıştı. Ama Esra çok iyi biliyordu ki Gökhan'dan özür dilemenin, ona kendini affettirmenin yollarını düşünüyordu şimdi. Esra da yağlı kâğıttan çıkardığı kıymayı köfte haline getirmeye çalışıyor, bir taraftan da dişlerinin arasından, "Sanki Gökhan'ı çok düşündüğü var da... Sırf bana gıcıklık olsun diye böyle yapıyor kokoş." diye söyleniyordu Çağla'ya. Şuraya bak! Sanki ortalığı karıştıran o değil gibi, güneşleniyor kayaların üzerinde.
Gökhan ayaklarını sürüyerek, patika yoldan yukarıya doğru ilerliyor, sanki bilinçsizce yürüyordu ama o da çok iyi biliyordu ki canı sıkıldığında, kafasına bir şeyi çok taktığında gittiği yere doğru götürüyordu onu ayakları. İşte çocukluğundaki gizli yerindeydi. Buraya nasıl gelmiş, o yolu nasıl geçmişti, hatırlamıyor gibiydi. Ayakları onu buraya sürüklerken aklı nerdeydi acaba? Birden kendinden ürktü. Gerçekten hatırlamıyordu şimdi buraya kadar katettiği mesafeyi. Oysa çok iyi biliyordu ki buraya gelmek o kadar kolay değildi. Çağlayanın yan tarafında, suyun yüzeyinden nerdeyse beş metre yükseklikteki kaygan kayalıkların arasından geçip, bir uyurgezer gibi ulaşmıştı buraya. Yosun ve yabani otların gizlediği, küçük bir pencere görünümlü bu yerden, suyun vahşice döküldüğü doğal havuzun, olağanüstü güzellikteki görüntüsünü seyretmekteydi şimdi. Aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında ise burası kesinlikle farkedilmiyordu. Suyun döküldüğü kaygan kayalıklardan buraya tırmanmak neredeyse imkânsızdı. Aslında imkânsız dememek lazım... Çünkü Nihat'a haksızlık olurdu. Oraya tırmanmayı, bu köyde sadece o başarıyordu. Çıkılması imkânsız denilen kaygan kayalardan, sadece Nihat tırmanıyor ve doğal atlama tahtası gibi ileriye uzanmış olan kaya çıkıntısının üzerinden, artistlik bir hareketle o atlayabiliyordu sadece. Ama şimdi buraya başka bir yoldan da geliniyordu. Onu da sadece Gökhan biliyordu. Buraya gelen girişi kendi elleri ile açtığından, girişin önünü doğal olarak o kadar güzel kapatmıştı ki, yıllar geçmiş hala kimseler burayı bilmiyordu. Haa tabi ki bir de can arkadaşı Nihat öğrenmişti ta neden sonra.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
3 GEN'ç
Mystery / ThrillerGökhan, Nihat ve Esra'nın arasındaki bir aşk hikayesi gibi görünse de; kendimizi bazen Güneydoğudaki sıcak çatışmaların içinde, bazen polisiye bir olayda, bazen de bildiğimiz, sıradan bir köy yaşamı içinde bulacağınız, ama ilginç gelişmeleri olan bi...