Eskiden asker kapalı kutuydu, ne yaparsa kendi içinde kalıyordu.

1 0 0
                                    

     Yazın başlangıcı, baharın son günleri de olsa, Çataldağ'dan esen serin rüzgâr, sabah namazından sonra daha gün ışımaya yeni başladığında, işlerine yetişme telâşında olan kimselerin içlerine, serin ürpertiler geçirtmeye yetiyordu. Emin Aga camiden çıkmış, elindeki iki bastonuna dayanarak, yavaş adımlarla bu saatten sonraki mekânına(!) yani Sadi'nin kahvesine doğru gidiyordu. Sadece o mu? Tarlada bayırda işi olanlar, ormanda işi olanlar, kısacası sabah serinliğinde herkes yollara düşmüştü ki öğlene doğru hava ısınıncaya kadar, bu serinlikte işlerini görsünler. Yoksa güneş tepeye dikildi mi, köy yerinde beden gücü ile çalışanlar bilir... İnsanda dermen falan kalmazdı sıcaktan.
     O da ne? Nihat değil miydi o? Allah Allah... Bu saatte öldür Allah kalkıp da tarlaya gitmezdi. Emin Aga seslendi uzaktan, "Hayrola gazi?" dedi imalı bir şekilde. "Sabah sabah düşmüşsün yollara. Bak, bana hiç yalan söyleme. Senin ciğerini bilirim ben. Taşlıtarla'ya işe gidiyorum falan deme sakın." Nihat'ın yüzü asıldı. Haydaa... Nerden yoluna çıktı bu uğursuz ihtiyar şimdi? Bak, bak. Söylediği lâf mı şimdi? Tarlaya ne için gidilir? Ulan uyanık ihtiyar, kesin bir şeylerden kuşkulanıyor. Sakın anlamasın gizli bir işler çevirdiklerini? Zaten herifin işi bu, siyaset. Dişlerinin arasından onun duymayacağı bir şekilde, sıkı bir küfür savurdu ve seslendi, "Eh be Emin Aga. Sen de beni iyice zengin toprak ağası yaptın anasını satayım." dedi. "Bilmez misin benim çocukluğumdan beri toprağa olan düşkünlüğümü."
     "Bilmez miyim, bilirim tabii. Esra kızım bu işlere el attığından beri sana dur durak yok, çok iyi bilirim. Kesin o yollamıştır seni tarlaya böyle erkenden." deyince, rahatlamıştı. Oh iyi iyi... Düşüncesi başkaymış. Onun kuruntusuymuş. Bir şeyden şüphelenmemiş bu moruk. Siyaset Emin'in işi gücü alay etmekti sadece. Zoraki gülümsedi Nihat. "Bak bunu iyi bildin. Esra, annemle değirmene giderken, ben de ceviz fidanlarına bakayım dedim." Bastonuyla yol üzerindeki küçük bir taş parçasını kenara iterken,"Bak tabi bak," dedi. "Esra kızımın dediğine göre, iki üç sene sonra ince kabuk, iri iri ceviz yiyecekmişiz. Aman gözünü seveyim, diplerini iyi eşele. Bir de suyunu gübresini de eksik etme ki çok çabuk büyüsünler." Nihat'ın birden içi titredi... Ne diyordu bu ihtiyar böyle? Aynı ölen Ünal Çavuş gibi konuşmuştu. Tarlasındaki bir ceviz fidanının altında iki ceset yattığı aklına geldi. Gelip ta midesinin ortasına koskoca bir taş oturdu. Diğer ceviz fidanlarının altının onlardan aşağı kalır yanı yoktu. Onların altı da cephanelikten farksızdı.
     Geçen hafta televizyonda Genelkurmay Başkanının basın toplantısı şeklindeki konuşmasında, İstanbul'da polisin yaptığı operasyonda boş arazide gömülü bulunan lav silahlarını basına göstererek, 'boru bunlar boru' derken, Emin Aga'nın kahvedeki sinirli bağırışını bir türlü unutamıyordu. "O boruları toprağa gömenleri..." diye başlayan sözlerinin sonunu duyan olsa, kesin ihtiyar falan demezler, götürürlerdi. Ama maalesef, Emin Aga söylediğinde yerden göğe kadar haklıydı. Çünkü Genelkurmay Başkanının 'boru bunlar boru' deyip küçümsemeye çalıştığı o silâhları, Güneydoğu'dan çok iyi tanıyordu Nihat. İki yüz, üç yüz metre mesafeden bile atıldığında, kayaları parçalayıp arkasına gizlenen kaç şerefsizi havaya uçurduğunun sayısını, kendi bile bilmiyordu. 'Boru' denilen lav silâhları ile birlikte, Nihat'ın bile bilmediği bir sürü mühimmat, onun tapulu arazisinde gömülü duruyordu şimdi. İliklerine kadar titredi.
     Birden başını dikleştirdi, yılmak yoktu. Kavgada öldürdüğü Ünal Çavuş'un ona dediği gibi, bundan sonra kıvırtmasına gerek yoktu. Mademki arkadaşları ile birlikte bu yola girmişti. Yani dönülmez yola. 'Onlardan' biri gibi hareket etmek zorundaydı. Zaten öyle değil miydi ki? "Hişşt gazi, ne oldu daldın birden?" dedi Siyaset Emin fıldır fıldır dönen gözleriyle. "Aman fidanların diplerini iyi eşele. Sahi ne oldu, dargın mısınız yoksa? Asker arkadaşların artık gelmez oldu fidanlara bakmaya." Anlaşıldı. Bu ihtiyar resmen kafa buluyordu onunla ve asker arkadaşlarıyla. Bir hışımla geldi, Emin Aga'nın karşısına dikildi. Bu alaylara daha fazla katlanamayacaktı. "Bana baksana ihtiyar moruk! Yaşlısın diye deminden beri ses çıkarmayıp, şurada sana hürmet ediyoruz, adamın canını sıkma!" dedi sertçe. Şimdiye kadar sesini yükselttiği olmamıştı Nihat'ın. "Senin beğenmediğin o askerler var ya. İşte o beğenmediğin askerlerin yüzü suyu hürmetine, pis kahve köşelerinde akşama kadar oturup ahkâm kesiyorsun. Eğer o beğenmediğin askerler olmasaydı, çoktan tepene binmişti başka milletler, haberin var mı senin? Şimdi git kahvene miskin miskin otur, siyasetini falan orada yap! İkide bir lâf sokuşturup da uğraşma benimle!" deyip, Emin Aga'nın ağzını açmasına fırsat bırakmadan, hırsla arkasını dönüp Taşlıtarla'ya doğru yollanmıştı Nihat. Onun bu ani çıkışı karşısında Emin Aga da bocalamış, böyle bir şey beklemediğinden, şaşırıp kalmıştı. Şaka yollu bastonunu kaldırıp, 'ne diyorsun sen bakayım küçük burjuva' diyecekti ki Nihat'ın gözlerindeki o korkunç ifadeyi görünce vazgeçti. Çünkü hiç hayra alamet bakmıyordu. Delirmiş gibiydi sanki. Askerden geldikten sonra bir haller olmuş, garip davranmaya başlamıştı bu çocuk. Bir de asker arkadaşları gelip gittikçe, daha asabi bir hal almıştı. Onu yıllardır tanıyan Emin Aga bilmeyecek de kim bilecekti bunu. Bu asker arkadaşlarında bir muamma vardı ama ne?

3 GEN'çHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin