Dört ayaklı itten ödün kopuyor tırsak komando.

1 0 0
                                    

     Cevizlikteki ağaç evin altındaki gölgelikte oturan Emin Aga ile Gökhan'ın, hararetli hararetli bir şey tartıştığı ta uzaktan belli oluyordu. Gökhan'a olan öfkesini önlemeye çalışan Emin Aga bir türlü bunu başaramıyor, onu haşladıkça haşlıyordu. "Eh hoca! Sen ne saman altından su yürütenmişsin... Bir senedir bunu nasıl da karnında tuttun böyle? Hiç birimize farkettirmedin."
     "Emin Aga fazla abartıyorsun ama bu işi. Ne var ki bunda? Bir hafta sonra askere gideceğim işte. İstanbul şunun şurası... O da altı ay kadar bir şey." Emin Aga hâlâ burnundan soluyordu. "İyi ya işte... Ben de onu diyorum. İnsan biraz çıtlatır... Ne bileyim, anlatır azıcık. Sen git, ta geçen sene Balıkesir'de yedek subaylık imtihanına gir ama bizlere bir şey söyleme. Ondan sonra da gel sen Emin Aga'ndan sakin olmasını bekle. Yok öyle şey... Sakin falan olamam ben!"
     "İyi, olma o zaman! Bağırmaya devam et böyle," dedi Gökhan. "Aynen senin dediğin gibi işte. Benden asteğmen falan yapmadılar. Diyordun ya... Dinciyim ya ben! Dini yurtta kaldığımdan, korktular benden. Vatanı satarım diye. Altı ay kadar kısa dönem askerlik yapıp geleceğim. Boşver, belki de böylesi daha iyi oldu. Sevinmedim dersem yalan olur. Tam buralarda işimi kurmuşken, kurulu düzeni bırakmak beni bayağı zorlayacaktı. Ama altı ay kısa bir süre. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer gider." Geçer de cevizlikte bir sistem oturtmaya çalışmış, bunda da başarılı olmuştu. Tamam, veterinerlik işinde bir sıkıntı yoktu. Köylüler biraz bekleyebilirlerdi ama bu köpeklerle kim ilgilenecekti? İşin orası kafasını kurcalıyordu.
     Emin Aga'nın sesi yankılanıyordu kulaklarında; "Hiişt! Sana diyorum Hoca, duymuyor musun? Daldın gittin yine." diyen bu tür iğneleyici lâflarını duymuyordu bile Gökhan. Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Ne yapacaktı şimdi? "En iyisi satarım hepsini, bir müddet kapatırım bu işi." diye sesli sesli düşününce, Emin Aga gülümsedi, "Ne satıyorsun bakalım hoca?" diye sordu.
     Emin Aga'nın sorusu ile hayal âleminden geri geldi Gökhan. "Şey diyorum Emin Aga. Benim köpekler var ya, zaten çiftleşme zamanlarına daha altı ay var. Hiç biri gebe değil. Bir yaşlarına daha yeni girdiler. Ne olacak ki. Altı üstü üç beş köpek. Veririm bir çiftliğe yok pahasına, olur biter. Ne yapayım başka?" Emin Aga bir şey diyecekti ki karşıdan Esra göründü. "Hah! Esra da geliyor işte. Ayıkla pirincin taşını. Ne yapacaksın bakalım şimdi?" dedi Emin Aga onu göstererek.
     Esra, selam verip evin altındaki gölgeliğe otururken, Emin Aga'nın son söylediklerini duymuş olacak ki "Aa! Emin Aga, artık nişanlımı ezdirmem bak, ona göre. Ne sıkıştırıp duruyorsun onu?" deyince, Emin Aga şakadan küsermiş gibi yapıp sırtını döndü. "Hıh! Nişanlısıymış. Aman, al tepe tepe kullan saman altından su yürüten sinsi nişanlını." deyince, Esra kaşlarını çatıp, soran gözlerle baktı Gökhan'a 'ne diyordu bu ihtiyar' gibilerinden. Gökhan da sıkıntılı bir şekilde kıpırdayıp, sırtını dayadığı içi mısır kapçığı dolu yastığı biraz daha dikleştirip, rahat konuma getirip oturmaya çalışıyor gibi gözükse de aslında konuşmasına nasıl başlayacağını bilemiyor, biraz zaman kazanmak istiyor, geçen hafta aileler arasında, Emin Aga'nın sade bir törenle takmış olduğu nişan yüzüğünü, sıkıntıdan parmağında habire çevirip duruyordu ki Esra'nın soran sesi duyuldu.
     "Evet Gökhan, seni dinliyorum. Emin Aga'nın dilinin altında ne var söyler misin bir tanem?"
     Birden patladı Gökhan. "Ne olacak? Ota boka bağırıyor işte."
     Gökhan'ın bu sözlerinden sonra hafif bir gerginlik olunca, kurt ihtiyar ortamın biraz yumuşatılması gerektiğini hemen anladı. Aslında şimdi başka bir tehlike başgöstermişti. Daha da önemlisi, Gökhan'ı Esra'nın hışımından kurtarmalıydı. "Aslında ortada büyütülecek bir şey yok kızım," diyerek girdi söze. "Ama bizim oğlanı bilirsin, aynı senin gibi. Kafasının dikine gitmeyi pek sever. Polisliği bırakınca hemen askerliğe başvurmuş, geçen gün yazısı gelmiş. Haftaya yolcuymuş baksana hınzır. Hem de İstanbul'a. Hiç birimizin haberi yok ya, ondan bağırıyorum bizim haylaza."
     Esra şimdi karmakarışık olmuştu. "Dur... Dur! Nasıl yani?"
     İşin yarısını Emin Aga kotarmıştı. Sıra Gökhan'daydı. Şimdi o devam ediyordu Emin Aga'nın bıraktığı yerden. "Ya, şey..." diyerek başladı ama Esra'nın gözlerine bakarken, nasıl anlatacaktı bunu? Ne olacaksa olsundu. "O günlerde aramız limoni olduğundan, sana bahsedememiştim. Geçen gün Askerlik Şubesinden yazı gelince, durumu Emin Aga'ya anlatayım dedim. Uygun bir dille ona anlattıktan sonra... Şeyy. Seni de çağırıp... İşte, şey." Esra önce kızmak ile kızmamak arasında biraz bocaladı. Ama biraz düşününce de Gökhan'a hak vermişti. O günlerde kanlı bıçaklıydılar. Ne yani... O zamanlarda gelip de 'Esra haberin olsun, ben askere gidiyorum' mu diyecekti? Gülümsedi Esra. Ondan alacağı cevap, 'cehennemin dibine kadar yolun var' olacağını, Gökhan kadar o da iyi biliyordu. Bu yüzden, Esra'nın yüzündeki, Çataldağ'ın başındaki kara bulutların ardından çıkan sabah güneşinin ilk ışıkları gibi bir aydınlanma, ortalığı ısıtıp sımsıcacık yaptı. Yüzüne yerleştirdiği kocaman bir gülümseme ile Gökhan'a baktı, "Ee Emin Aga, eşşek kadar adam oldu" dedi şaka yollu. "Gidecek tabii. Dünkü bebeler bile askerliğini yapalı kaç sene oldu. Bak Sağır Üzeyir'in oğlu Ahmet'e. Askerden geleli kaç ay oldu. Geldi işe bile başladı burada. Bir de şuna baksana. Nasıl derler bizim köy yerinde... Benim söylemeye dilim pek varmıyor. Tohuma kaçan salatalık misali."
     Esra, şakayla karışık fırçasını atmıştı Gökhan'a... Hatta üstü kapalı 'hıyar' bile diyerek, almıştı öcünü. Emin Aga Esra'ya bakıp gülümsedi. Mesajı almıştı. "Ben anladım kızım," dedi. "Sen hiç yorma kendini. Eğer o sözü söylersen, burada kısa süreli bir çatışma çıkabilir. O yüzden ben durumu kurtarayım."
     "Buyur Emin Aga." derken, muzip bir şekilde gülümsüyordu Esra, Gökhan'a doğru. Emin Aga da bir baba şefkati ile sürdürdü konuşmasını. "Ee, hadi bakalım asker ağa. Kısmetse haftaya İstanbul'a yolculuk var. Senin bu canavarları hiç kafana takma. Biz Esra kızımızla her gün gelip suyunu yemini verip, hiç bir şeyini eksik etmeyiz." deyince, Gökhan hemen olmazlandı.
     "Yok, olmaz Emin Aga. Aynen demin karar verdiğim gibi... Bir çiftliğe satacağım onları."
     Deminden beri köşesinde sakin sakin oturmaya çalışan Esra, Gökhan'a doğru bir horozlandı ki "Ne yapacaksın bakayım, ne yapacaksın? Duymadım... Bir daha söyler misin canım?" deyince, Emin Aga elindeki bastonu Esra'ya doğru sallayıp, zorla önüne geçti. "Hop, ne oluyoruz Esra Hanım? Ne bu horozlanmalar falan? Ne yapsın çocuk? Çaresiz kalmış işte. Ama biz onları şunun şurasında altı ay kadar bakacağımıza göre, bir sorun kalmamıştır. Hadi kalk da ocağın altını bir karıştırıver hele... Çaysadım yahu!" Ee... İşte kurt ihtiyarın ortalığı yatıştırma politikasıydı bu. Esra ocağın altını birkaç çalı çırpı ile tutuşturmaya çalışırken, yan gözle onları izliyordu uzaktan. Emin Aga ve Gökhan oturdukları yerde, o askere gittikten sonra bahçe işlerinin nasıl çekip çevirileceğini, kulübelerin bakımının nasıl yapılacağını aralarında konuşuyorlardı sakince. İki erkeğin bu mevzuları konuştuklarını çok iyi biliyor, onları yalnız bırakmak için bahaneler uydurup, kâh köpeklerin su kaplarını kontrol ediyor, kâh avlu kenarındaki çeşmeye takılı hortum ile onların altındaki pislikleri kanala doğru sürükleyip temizliyor, kâh yemliklerine bakıp, boş mu dolu mu olduklarını kontrol ediyordu. Esra'nın bu halleri, 'biz görevi devraldık bile Gökhan Efendi' demenin bir başka şekliydi. Gökhan da Esra'nın bu koşuşturmalarını göz ucu ile gördükçe içi bir hoş oluyor, sanki Emin Aga'nın anlattıklarını duymuyordu bile. Onun anlattıkları, kulağa hoş gelen melodi gibiydi sadece.
     "Ağalar, çaylarınızı alır mısınız?"
     Her ikisi de öyle koyu bir sohbete dalmışlardı ki Esra'nın çay tepsisi ile yanlarına sokulduğunu fark etmemişlerdi bile. "Dur be kızım, korkuttun," dedi Emin Aga damağını kaldırarak. "Yüreğime indirecektin nerdeyse. Şurada iki gram canımız kalmış, onu da sen alacaktın, az kaldı." Esra'nın bu sözleri, olayın özeti gibiydi. "Dur bakalım Emin Aga'm. Öyle oyunbozanlık yapıp, bu fani dünyadan erkenden kaçmak yok. Nereye böyle? Bak, Gökhan askere gittiğinde bu işler bizi bekliyor. Beni yanlız bırakma. Kısmetse asker dönüşü, düğünümüzde..." diye söze başlayıp sonunu getiremedi. Ama herkes anlamıştı. Esra kıpkırmızı bir yüzle çayları uzatırken, eller çaya gidiyor ama buğulu gözleri Gökhan'ın gözlerinin içinde eriyip gittiğinden biraz heyecanlanmış olacak ki çay bardaklarını tepsinin içine devirivermişti. Emin Aga şakadan bağırıyordu şimdi. "Amanın, yandım ki ne yandım! Dur be kızım, gözlerinle Gökhan'ı yakayım derken, tepsideki çaylarla da bu garip ihtiyarı yakacaktın nerdeyse."
     Esra kıpkırmızı bir yüzle gerisin geriye ocağa doğru koştururken, Emin Aga da baba şevkati ile Gökhan'ın omuzuna doğru kolunu atmış, "Aşk bu aşk!" derken, mutlu ve mesut bir şekilde gülümsüyordu.

3 GEN'çHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin