En büyük asker, bizim asker!

1 0 0
                                    

     Sayılı gün çabuk geçermiş derler. Bir ay dediğin nedir ki? İşte nihayet, Nihat'ın birliğine teslim olma günü yarındı. Askerlik Şubesi'nden öğrendiklerine göre, eğitim birliği Foça Komando Okulu'ydu. Ee, bu kalıpla onu tutup da piyade yapacak değillerdi ya. Dört aylık temel eğitimden sonra, Türkiye'nin doğusunun karışık döneminde, bürokrat çocukları, zengin çocukları, bir de asker çocukları hariç, batı çocuklarının neredeyse tamamının gittiği gibi, tabi onun da gideceği yer buradan sonra doğuydu.
     Nihat, köy geleneğine göre önce annesinin, sonra akrabaların, hatırı sayılır büyüklerin ellerini öperek hayır dualarını almış, en son olarak Esra ile köy çıkışında vedalaşmaktaydı. Onu birliğine teslim etmek için Nihat'ın otomobilini kullanacak olan Gökhan, ikisinin vedalaşmasına arabanın kapısına yaslanmış bir şekilde kıskanç gözlerle bakarken, Nihat'ın annesi de Esra'ya müstakbel gelini gözüyle baktığı için, bu manzarayı gururla ve yaşlı gözlerle seyretmekteydi. Gökhan ise, Esra'nın Nihat'a sıkı sıkı sarılmasını arkadaşça bir sarılma olduğunu bilse de içinden, 'bir an önce bu merasim bitse de gitsek' diyordu. Nihayet araca binen Nihat'a, "Sık sık telefon etmeyi ihmal etme." diyen Esra'nın konuşmalarına, iki arkadaş birbirine bakıp gülümsediler. Etmez mi? Gittikleri yer babalarının çiftliğiydi sanki. Ama Esra ne bilecekti ki askerliği.
     Köyden yavaş yavaş uzaklaşırlarken, Nihat yol kenarlarındaki otlayan ineklere, oradan oraya koşuşturan koyun sürülerine, hafif rüzgârla dalgalanan çayırlara, tarlada çalışan insanlara, en uzaktaki sisli, dumanlı tepelere, ormanın halı gibi yemyeşil uzanan muhteşem görüntüsüne, yavaş yavaş arkada kalırken köyünün kırmızı kiremitli tek kat evlerine sanki son bir defa daha bakmak ister gibiydi. Onun bu halini sezen Gökhan, en sonunda arkadaşına söylenmeden edemedi, "Bu ne yahu?" dedi çıkışarak. "Seni gören de bir daha hiç dönmemek üzere, Fizan'a, Yemen'e savaşa giden Osmanlı askeri sanacak. Topla kendini, dik dur biraz. Hah şöyle, komando gibi." Nihat, arkadaşının söylediklerini duymuyordu sanki. Kafasındakileri boşaltmakla meşguldü. "Gökhan, İzmir'e kadar gelme istersen benimle. Ben otobüsle giderim. Annem sizlere emanet diyeceğim ama senin de Esra'nın da okulu var" deyince, Gökhan içinden bir 'lahavle' çekti. Acaba o da askere giderken Nihat gibi böyle pimpirikli mi olacaktı? "Bak şimdi kızacağım ama," dedi. "Oğlum, çiftlikte bir sürü çalışan var. Hem Ramazan Kahya sen gelene kadar işleri çekip çevirir, merak etme."
     "Öyle de..."
     "Ee, bir de Bursa şurası. Ben de her hafta köye geliyorum nasılsa kirlilerimi anneme yıkatmak için. Merak etme, senin annen benim de annem sayılır. Sık sık uğrar, hal hatır sorarım. Arada Esra da gelir hafta sonları."
     "İkiniz de çok iyisiniz, sağolun."
     Gökhan bu hüzünlü havayı dağıtmak için güldü. "Düşündüğün şeye bak. Çağla da okulunu bitirdi, bu sene köyde ya. Anneni niye düşünüyorsun? O da yardım eder." dedi muzipçe. Gökhan'ın bu hatırlatması, Nihat'ı da güldürmüştü. "Aman aman eksik olsun. Sahi ya... Koca bir yıl çiftlikte kalacak Çağla. Bak bu telâşta ben onu unuttum. Annemin başının etini yer artık buralar beni sıkıyor diye."
     İki arkadaş kâh hüzünleniyor, kâh neşeleniyor, yol uzayıp gidiyordu. Bir müddet, uzun zaman hiç konuşmadan yola devam ettiler. Arada yemek için, bazen de dinlenmek için verilen molalarda iki arkadaş dostça kardeşçe dertleşip, birbirlerine içlerini açtılar. Nihat, iyice çocuklaşmıştı. Şimdi o esprili Nihat gitmiş, ağlamaklı, pısırık biri olup çıkmıştı sanki. Gökhan biraz üzerine varsa, zırıl zırıl ağlayacaktı neredeyse. Elindeki çayı bir dikişte bitiren Gökhan seslendi. "Hadi asker ağa, oyalanmayalım," dedi eliyle garsonu çağırırken. "Neredeyse akşam olacak İzmir'e varana kadar. Bilmediğimiz bir yolda gece yolculuğu yapmayalım " deyince, Nihat sanki babası seslenmiş gibi hiçbir şey demeden itaat eden çocuklar gibi arabaya yollanmış, hareket ettiklerinde burnunu cama dayamış, dışarısını seyre dalmıştı.

     Aynı Gökhan'ın dediği gibi, akşamüstü İzmir'e indiler. İkisi de İzmir'i bilmediklerinden, levhaları takip ederek merkeze doğru ilerlerken kavşaktaki polislerden, Basmane semtinde uygun bir otel adresi sordular. Nihat pek böyle şehir görüntüsüne alışık olmadığından şaşkınlıkla etrafı seyrediyor, Gökhan ise babasının memuriyeti dolayısı ile çokça yer dolaştığından, bu görüntülere az çok alışıktı. Otelin otoparkına aracı çeken iki genç, kendilerini hemen sokağa atmıştı. Uzun zaman birbirlerini göremeyecek olan iki arkadaş, bu geceyi dolu dolu geçirmek istiyordu. Çünkü kısmetse yarın öğleden sonra, Foça'daki birliğine teslim olacaktı. Gökhan, ondan bir yaş küçük olsa da askere giden Nihat olduğundan, şimdilik abi nasihati veriyor gibiydi. "Oğlum Nihat, akıllı ol," diyordu ona. "Az çok askere gidip gelenlerden dinlemişsindir sen de. Gittiğin yer ana kucağı değil, asker ocağı. Her şeyi görmeyecek, bilmeyecek, duymayacaksın. Ne önde gidecek, ne geri kalacaksın." Nihat muzipçe göz kırptı. "Amma yaptın Gökhan sen de ya. Aynı annem gibi konuştun şimdi. O kadarını biliyoruz, merak etme." derken, neşesi yerine gelmiş gibiydi. Gökhan göz ucu ile arkadaşına baktı. Bu gösterişli vücudu gören üst devreler, onu ezmek için çok çektirirler gibi geliyordu. İnşallah efelenip diklenmez de başına iş almazdı.
     Başkaları gibi gece âlemi bilmeyen bu iki mert delikanlı, İzmir'de kendi tarzlarına göre bir eğlence mekânı bulamayınca orası senin, burası benim diyerek yoruluncaya kadar dışarıda gezip, yorgun argın otele dönmüşlerdi. Akşamın yorgunluğundan olsa gerek, ertesi gün ancak öğleye doğru uyanmışlar ve zengin bir kahvaltı yaparak, acemi birliğinin olduğu yere, Foça'ya doğru yola çıkmışlardı.
     Kısa bir araç yolculuğundan sonra, Eski Foça'ya gelmişler, sahil yolundan ağır ağır ilerlerken, sezonluk tatilcilerin çoktan gitmiş olduğunu, etrafta boş boş gezinenlerin seyrekliğinden, buraların sessizleşerek, mütevazı bir kıyı kasabası görümüne dönüşümünü gözlemlemişlerdi. Komando birliğine gitmek için kıyı yolundan giderken, sol tarafın deniz, sağ tarafların da ise birinci derecede tarihi eser sayılacak şekilde iki katlı, taştan binaların yükseldiğini, hayretle izlemekteydiler. Biraz arkalara bakınca zeytin ağaçları görülse de, daha geriler sarp kayalıklı tepelerle çevrilmişti.
     Birden kendilerini Foça Komando Okulu nizamiye girişinde buldular. Gökhan, aracını nizamiye girişinin karşısındaki park yerine çekti. Burası denize karşı, arkasını dik yamaçlı kayalıklara yaslamış güzel bir yerdeydi. Ama ne kadar da güzel olsa, buraya tatil için gelmemişti ki Nihat. Acaba o güzellikleri görebilecek miydi zorlu eğitimden vakit bulursa? Akşam otele dönmeden Gökhan'ın zoru ile Nihat o güzelim sarı saçlarını, berberde üç numaraya vurdurtmuştu. Efsane de olsa, söylenenlerde muhakkak bir gerçek payı vardı ki askere gidenlerin çoğu, alay berberinde traş olmak istemiyordu. Yok kör makine ile saçları çeke çeke traş yaparlarmış, yok kafaya önce tren yolu(!) açıp, usta erler alay ederlermiş, falan filan...
     Araçtan aşağıya indiklerinde, Nihat'ın omuzunda spor çanta, saçlar üç numara traşlı olarak kendilerine doğru ilerlediğini gören eski tertip iki nizamiye nöbetçisinin ağızları kulaklarında, birbirleri ile fısıldaşarak konuştuğu, "Kuşlar düşmeye başladı aga." sözünü ikisi de duymuştu. "Ee... Askerlik başlıyor oğlum Nihat." dedi kendi kendine. Gerçek yaşamda olsa, bu alaycı tavırlarından ötürü o dakikada ikisini de toz ederdi ama... Aması vardı. Askerden dönenlerin hep anlattığı, arkadaşı Gökhan'ın da dediği gibi, aslanın kediye boğdurulduğu yerdi burası. Adı üstünde, asker ocağı...
     Nizamiye önündeki iki arkadaşın şimdi gözleri dolu doluydu. Gökhan bir adım geri çıkarak arkadaşına son bir defa daha baktı. Can dostu, çocukluğundan beri yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş olan arkadaşı, boynu bükük bir çocuk gibi, buğulu gözlerle çakmak çakmak ona bakmaktaydı. Gökhan, vatanına milletine çakı gibi bir komando olacağını çok iyi biliyordu Nihat'ın. O da arkadaşının bu bakışından etkilenmiş, başını dikleştirmişti. Can arkadaşının, tek dostunun onu son görüşünde, böyle kulakları düşük, omuzları çökmüş şekliyle hatırlamasını istemediğinden, tunçtan bir heykel gibi dikilmiş, gururla gözlerinin içine bakıyordu. İki arkadaş birbirleriyle sımsıkı kucaklaşırken, her ikisi de diğerine cesaret vermek için dişlerini sıkıyorlardı gözlerinden yaş akmaması için.
     Nihat gibi birkaç acemi asker daha gelip nizamiyeden içeriye girdiğinde, koluna taktığı kırmızı kolluktan, nöbetçi astsubay olduğu anlaşılan, komando üniforması içindeki bir askerin sert, emredici tondaki sesi yankılandı içerden. "Hadi len! Karılar gibi ağlaşıp durmayın orada. Tamam, geç içeri. Bak sizi bekliyoruz." deyince, o tarafa ters ters baktı Gökhan. Ama elden ne gelir? Kucakladığı arkadaşını bıraktı. Nihat içeri doğru hızlı adımlarla yürürken, son bir defa daha geriye dönüp arkadaşına baktı. Zor bir askerlik olacağı daha şimdiden anlaşılmıştı. Nihat nizamiye kapısından içeri girerken, Gökhan da kapı dışından, nizamiye nöbetçisi astsubaya sert nazarlarla bir daha baktı. İçinden, 'askere gittiğimde ne yapıp edip, kendi egolarını tatmin etmek için, memleketinden adımını yeni dışarı atmış bu korunmasız gençlere saldıran, diş gösteren böyle eziklerin eline düşmeyeceğim' diye söz verdi kendi kendine Gökhan. Allah arkadaşına sabır versindi.
     Nizamiyeden içeri giren Nihat, nöbetçi çavuşun sert bir itme hareketiyle, ikili sıra halinde dizilmiş on beş kişilik, sivil acemi erlerden oluşan bir takımın en arkasına geçti. Bazılarının kafaları traşlı, bazılarının da uzun saçları, sivri sakalları olduğu gözüken, hele birkaçının kulağında küpesi bile olan, üzerinde rengârenk sivil elbiseleri bulunan bu acemi takımının, uzun boylu, sert komando çavuşunun emri ile çantalarını ellerine alarak acemi asker adımlarıyla koğuşlara doğru gidişi görülmeye değerdi.
     Arkadaşı Gökhan, ilerideki eski taş yapının köşesinden kayboluncaya kadar, gözleriyle takip etti onları. Pek seçilmese de köşeden dönerken sanki Nihat'ın ona doğru sallanan elini gördüğünü sandı, belki de ona öyle geldi, içi burkuldu. Can arkadaşı olmadan koskoca bir sene geçirecekti Gökhan... Alışacaktı buna. Artık fazla oyalanmanın bir âlemi yoktu. Dönüş yolculuğuna hemen geçerse, akşama varır varmaz köyde olurdu.

3 GEN'çHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin