Hafif esen rüzgâr biraz üşütse de baharın bu ilk günlerindeki öğle güneşinden yararlanmaya çalışan gençler, kışın yavaş yavaş geride kaldığı şu günlerde, yamaçlarda eriyen kar suları ile delicesine taşıp, Uludağ eteklerinden çağıldayarak inen Cilimboz Deresi'nin kıyısındaki Mahfel adı ile bilinen, Bursa'nın en eski kafeteryasının kışlık bölümünde oturmuşlar, ellerinde neskafe fincanları, lâflıyorlardı.
"Gökhan, nerdeyse son iki haftadır Nihat ile konuşamadım. Çocuk oralarda gurbet ellerde iyice garip kalıp kendini yalnız hissetmesin sakın. Sen bari arayabildin mi?"
Genç adam, kızdığını belli etmemek için sanki yerde bir şeye bakarmış gibi başını eğerek konuştu. Esra'nın bu Nihat'ı sık sık sormasına için için kızsa da ona pek birşey demek istemiyor, o da nihayet onun arkadaşıydı. İçindeki öfkeyi saklamaya çalışsa da "Kızım kaç defa söyledim. Orası asker ocağı," derken, sesindeki kırılgan tondan, Esra'ya kızdığı bal gibi anlaşılıyordu. "Öyle senin istediğin gibi zırt pırt telefon ile görüştürmezler. İçeri cep telefonu sokmuyorlar, biliyorsun."
"Biliyorum da..."
"Biliyorsun da beraber konuştuğumuzda söylemedi mi sana da, hatırlasana. Kontörlü telefon kulübesinin önünde bir saate yakın sıra beklemişti de iki dakika zor görüşmüştük. Arkada sırada bekleyenlerin, 'hadi arkadaşım kısa kes' diyen seslerini sen bile duymuştun telefonda." Gökhan'ın, azarlar gibi konuşmasından ve sert bakışlarından, Nihat'ı kıskandığı apaçık belli oluyordu. Onun bu kıskançlığı genç kızlık ruhunu okşamıyor da değildi ama son birkaç yıldır ne yapacağını, Esra şaşırmış gibiydi. Bu konuda iki arada bir derede kalmıştı. Şimdiye kadar çocukluklarından beri üçü de arkadaş gibi büyümüş olduklarından, iki gencin kendisi için gizliden gizliye çekişmelerini farkediyordu ama kalbinin hangisine taraf ağır bastığını, o da bilemiyordu. Çok güç bir ikilemde kalmıştı. Tamam... Nihat yakışıklı, güçlü kuvvetli, işinde çalışkan, neşeli, esprili ve köy yerine göre zengin biri sayılırdı. Ama bir o kadar da kaba tabirle, nerdeyse odundu(!) Olmadık yerde kötü şakalar yaparak arkadaşlarını yerin dibine sokan, okumadığı gibi kendini kültür olarak da yetiştirememiş, etrafının zoruyla ite kaka liseyi zorla bitirmiş, cahilin sadece bir derece üstüydü. Hal böyle olunca bu durumda olumsuz yanları, olumlu yanlarını kapatıyor gibiydi.
Gökhan'a gelince; zayıf bile sayılacak, gösterişsiz, uzun boylu, arada sırada gülümsese de neredeyse somurtuk bir yüze sahip, aşırı ciddi tavırlar içinde, etrafı ile ilgilenecek yerde, varsa yoksa dersleri ile ilgilenmek, diğer zamanlarda da burnunu kitaplardan kaldırmamak gibi huyları Esra'nın aklına geldiğinde, onunla ilgili olumlu tek bir düşüncenin beyninden geçmediğini farketti. Bu yüzden canı sıkıldı. Oysa ki Gökhan, onun gönlünde Nihat'tan bir adım önde gibiydi. Ne bir adımı, bayağı öndeydi. Ee, bu nasıl oluyordu? Genç kız kalbini okşayacak tüm olumlu özellikleri Nihat için sıralıyordu da Gökhan için aklına tek bir olumlu özellik gelmese de onu nasıl gönlünde birinci planda tutuyordu, bir türlü anlamış değildi.
Gökhan, elindeki neskafe bardağını kafasına dikerken Esra'ya baktı. Dalgın dalgın, parmağı ile bardağın kenarını okşadığına bakılırsa, çok derinlerdeydi. "Hişşt!" diyerek, bu derin uykudan uyandırmak için seslendi ona. "Esra Hanım, bakıyorum içtiğin kahvenin içine düşmüşsün. Hayırdır, fal mı bakacaksın yoksa?" dese de şuraya bak ya... Ohoo, oralı bile değildi, uçmuştu bu kız. Bileğinden tuttuğunda, birden irkildi Esra.
"Ne... Ne oluyor?"
"Sana sormalı. Bu ne hal kızım?"
Esra'nın yüzü kızardı, yüzünü yere doğru eğdiğinde, kumral saçları gözlerinin üzerine düştü. Uzanarak, bu saçları yavaşça toplayıp kulağının arkasına sıkıştırdığında, başını kaldıran Esra'nın buğulu bakan gözleriyle karşılaştı. Şimdiye kadar birbirlerine arkadaşça çok yakın temasları olmuştu ama sanki bu dokunuş, daha başkaydı. Esra anlamıştı bunu. Hemen açıklama yapmak gereğini hissetti Gökhan. "Bak Esra, kendini üzme. Arkadaş olarak ben üzülmüyor muyum sanki? Eski Foça'daki dört aylık acemi birliğinden sonra, herkes gibi o da doğuya gitti." diye açıklama yaptı. "Türkiye'nin içinden geçtiği ateş çemberini biliyorsun. Bugünlerde ortalık çok karışık. Tembihledikleri için fazla konuşamıyor ama adım gibi biliyorum... O vücutla, o atak halleriyle, kesinlikle özel birliktedir Nihat." dediğinde, Esra bir şey anlamamıştı. Kulağa hoş geliyordu 'özel birlik' lâfı. Sanki daha kolay bir askerlikmiş gibi algılamıştı. Özel deniyordu ya... Ondan herhalde. Saf saf sordu. "O nedir ki?" Sorduğuna göre, Esra'nın bu konuda bilgisi yoktu. "Bana biraz çıtlatmıştı. 'Bizden on kişi kadar küçük bir grubu, burada ayrı eğitiyorlar' demiş, pek başka da sır vermemişti. Askere gidip gelenlerden soruşturduğumda, operasyon bölgelerinde 'özel tim' adı altında kurulu birlikler varmış. Teröristlerle onların anladığı dilden çarpışırmış bu askerler." deyince, Esra huzursuzlandı. Anlamamıştı ama iyi bir şeyden söz etmiyordu, orasını anlamıştı sadece. "Takma kafana, bak altı ayı geçti bile," dedi Gökhan onu teskin etmek istermişçesine. "Kışa kalmaz evde olur, merak etme. Geldiğinde, herkes gibi bol bol askerlik anılarını bıktırana kadar anlatır hepimize, görürsün bak."
Esra birden ürperdi. Aniden çıkan rüzgâr sırtında ürpertiler geçirtmiş, küçücük ellerini kazağının kollarının içine çekerek, üzerindeki hırkasına biraz daha sarındı. Onun üşüdüğünü gören Gökhan toparlandı, "Hadi kalkalım, bak hava iyice serinledi. Seni eve kadar bırakırım." dedi gülümseyerek.
Esra, Bursa'nın varoş sayılacak bir mahallesinde oturan yakın akrabalarından, en büyük teyzesinin evinde kalıyordu. Anne tarafından uzaktan akrabaydılar. Gurbet ellerde çok yakının bile olsa, başkasının üstünde kalmak kadar zor bir durum yoktur. Elinden gelse, kız arkadaşları ile eve çıkardı ama maddiyat yetmeyince katlanacaktı, elden ne gelir. Gökhan ise babasının zoru ile yazdırıldığı bir yurtta kalıyordu ama memnun değildi. Nerden bulmuşsa bulmuş, burası tarikatçı diye adlandırılan bir yerdi. Her büyük şehirde olduğu gibi, bu yurtlardan Bursa'da da bolca vardı. Başlarında 'Abi' denilen büyükleri vardı. Daha pek bir zararlarını görmemişti ama ufak ufak bir şeylerin döndüğünü farketmişti. Yeni gelenleri topluca sabah namazına kaldırıyorlar, bazen bir koğuşta toplanıp dini dersler veriyordu abiler. Gökhan bu duruma için için kızıyor, 'herkesin ibadeti kendine, bunlara ne oluyor' diye düşünse de şimdilik babasını kızdırmamak için pek bir şey demiyordu. Ne kadar 'buradan ayrılacağım, başka yurda çıkacağım' dese de 'bu gibi dini yurtların daha disiplinli olduğu, diğerlerinin it kopuk yatağı, ne idüğü belirsiz, onun deyimiyle 'içkici sıçkıcı' kimselerin kaldığını anlatıp, başının etini yiyiyordu babası. Bir de bu yurtta bedava kalıyordu. Ona da bir anlam veremiyordu Gökhan. Niye bedavaydı? O yüzden babasına bir şey diyemiyor, iki arada bir derede kalmıştı. Bu yüzden katlanacaktı. Ama daha okulun ilk senesiydi. Bu yıllar nasıl geçecekti, zaman gösterecekti artık.
Birden elinden tutulduğunu hisseden Gökhan, ayağa kalktı. "Bana dalgın diyene de bakın. Sen ne düşünüyordun bakayım?" diyen Esra tatlı tatlı gülümsüyordu. Gökhan'ın farkında olmadan, içinden geldiği gibi, çıkıverdi ağzından. "Seni düşünüyordum." deyince, bir şey diyemedi Esra. Eli ile saçlarını geriye doğru atarak onun gözlerinin içine baktı. Tuttuğu eli biraz daha sıktı ve onun vücuduna doğru sokulunca, Gökhan da karşılık vermiş, yanına çekmişti. Bulutların üzerinde yürüyor gibiydiler şimdi ikisi de. Havanın soğuk oluşuna aldırmıyorlar, birbirlerine sokularak kelimelere dökemediklerini, vücut dili ile anlatıyordular sanki. Esra cesaretlenip biraz daha sokuldukça, Gökhan da bir elini omuzuna atmış, diğer eliyle de Esra'nın onun belinin üzerinden uzatmış olduğu elini sımsıkı tutuyordu. Sanki tek vücut olmuşlar, kalplerinin bir attığı gibi, adımları bile uyum içindeydi. Zaman durmuş, akmıyordu sanki. Etraftaki sesler onların kulaklarında birer uğultu, görüntüler ise ağır çekim izlenen, silik bir eski zaman filmi gibiydi. İkisi de bu zamansız görüntünün içinde yürürken, etrafta olup bitenler, onlar için birer basit dekordan ibaretti sadece.
O kadar yolu ne çabuk gelmişler, ağır ağır yürüyüp nerelerden geçmişlerdi, ikisi de hatırlamıyordu. Şehrin keşmekeşinin ve gürültüsünün azaldığını, mahalle arasındaki çocuk seslerinin artmasını, civar evlerin lüks görünümden sıyrılıp gecekonduya dönüşmesini, modern mahallelerde rastlanmayan 'eskici geldi hanıım' çığlıklarını Gökhan'dan önce farkeden Esra, onun kolunun altından acele ile sıyrıldı. Gökhan da güzel bir rüyadan uyanıp da etkisinde kalan biri gibi, Esra'nın yüzüne bakmaktaydı şaşkın gözlerle. Bu kadar nasıl yakınlaşmışlardı, anlayamamıştı. Esra telâşlı bir sesle, "Gökhan mahalleye gelmişiz bile," dedi. "İstersen buradan dön. Teyzemin kocası görürse, yakışık almaz." Bir saatten beri yürüyen Gökhan, rüyada gibiydi. Ne diyor, anlamıyordu bile. Yüzüne boş boş baktığını gören Esra, elini onun gözlerinin önünde, alay eder gibi gezdirdi. "Gökhan, bak bakayım... Beni görüyorsun değil mi? Bu kaç?" deyince, birden silkindi Gökhan. Düştüğü komik durumun farkında olduğundan, durumu kurtarma çabasındaydı. "İyi ya, tamam tamam. Aman ne komik," diyerek, kızıyor gibi yapıyordu. "Yani diyorsun ki, mahallemize geldik, lütfen beyefendi peşimi bırakın. Ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim. Eski Türk filmi gibi yani." Gökhan'ın söylediklerine kızmadı Esra. Kızamazdı, durumu kurtarmaya çalıştığını o da anlamıştı. Sadece eli ile okşar gibi, yumuşacık eliyle onun yüzüne hafifçe vurarak, "Koca bebek..." dedikten sonra, yan sokağa doğru yürüyüp köşeden dönerken ona bakıp ışıl ışıl gülümseyişi, beyninde güzel bir resim gibi asılı kalmıştı Gökhan'ın.
![](https://img.wattpad.com/cover/330557348-288-k316317.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
3 GEN'ç
Mystery / ThrillerGökhan, Nihat ve Esra'nın arasındaki bir aşk hikayesi gibi görünse de; kendimizi bazen Güneydoğudaki sıcak çatışmaların içinde, bazen polisiye bir olayda, bazen de bildiğimiz, sıradan bir köy yaşamı içinde bulacağınız, ama ilginç gelişmeleri olan bi...