Duyulduğu her yere canlılık veren, bulunduğu yerde hayat var, can var denilen insan sesi yoktu. Sessizliği ve boşlukları dolduran ise, ağaçların dalları arasında oluşan hışırtıların bir araya gelerek uçuştuğu sesler ile, kimi beyaz, kimi gri ya da alacalı ve yüksek veya alçak mermer duvarlarda çınlayıp duran rüzgârın uğultusu ile ikisi arasında ki gün boyu süren, büyük olasılıkla karanlık çöküp gece olduğunda da devam edecek olan kavganın haykırışlarıydı.
Hiçbir duvarı olmayan çıplak ve harcı toprak olan yapılar, çökerek virane hale gelenler ile birkaç biriket ya da tuğlayla çevrilmiş olanlar, demir çitlerle süsleme adına yapılan ama yaşlandıkça eğreti bir kafes gibi görünen muhafazalıklar, mermer duvarların aralarında birer gecekondu gibi perişan bir şekilde kendilerine yer bulabilmişler ve rüzgâr uğultusu ile hışırtıların kavgasına karışmayan sokaklar meydana getirmişlerdi.
Caddeler, sokaklar ve geniş mahallelerden oluşan bu büyük ve kalabalık şehrin sakinleri ortalarda hiç görünmüyordu. Yoktu kimse... Sessizlikten başka...
Evlerin kapıların da güzel ve abartılı bezeme ve harflerle yazılmış isimleri olmasına rağmen, hiçbirini göremiyordunuz. Kapıların hepsi arkalarından sıkı sıkıya sürgülenip hiç açılmamak üzere kapatılmıştı.
Mermer duvarlar toprağın üzerinde tumturaklı ve küçük bir saray duvarı gibi yükseliyordu. Evlerin sağında, solunda, önünde veya arkasında hemen hemen her yerinde bulunan ağaçlar birbirine çok yakın ve ihtişamlı duruşları ile dimdik ve de göğe doğru uzanıyordu. Aralarında koşuşturan küçük çocuklar ile yürüyüşe çıkan delikanlı ve genç kızlar görünmüyor, aşağıdan yukarıya yükselen bazen de tepelerden yamaçlara doğru dökülen sokakların araları ıssız ve sessiz, sakince bomboş duruyordu.
Kuruyarak düşen yaprakların ya da uzayıp yeşeren sonsa da susuz kaldığı için zindeliği yok olup gitmiş ve çalı haline gelmiş otların serildiği küçük evlerin aralığı, ancak iki adım kadardı. Bazı evler ise dip dibe yanaşıktı.
Aralarında tartışma veya kavga sesi hiç duyulmuyordu. Komşu anlaşmazlıkları, kıskançlık ve düşmanlıklar, çıkar hesaplarını ortaya döken atışmalar ya da mal sevdalarının çığlıkları ile efelenmelerin gürültüleri, aile ve karı-koca kavgaları ile bencilliklerin hırıltıları hiç yoktu.
Anne-baba sıcaklığının, kardeş yahut akraba bağlılıklarının, dostluk ve arkadaşlıkların, sevda ile aşkların bitip sona erdiği bu büyük sessiz şehre kendi iradesi dışında göç ettirilenlerden biri de amcası Mehmet olmuştu...
Bakışlarını üç bir yana gezdirdi...
İnsanlar mezar veya kabir diye isimlendiriyordu burada ki küçük evleri. Annesinden sonra babasını da burada ki üç yüz on dört numaralı sokakta bulunan evine getirmişti. Artık geri dönmemeleri gereken mahalleye, o mahallede ki eve getirmiş gömmüştü...
Ayşe ablası ona o gün, ölmek; doğumdan ebediyete giden yol ve zamanda mola vermektir demişti.
Bunu, ölümün, insan hayatında ki yerine dair derin felsefi düşünce ifadesi olarak düşünmüştü. Ayşe ablası, ölmeyi doğumdan ebediyete giden bir yolculuğun parçası olarak tanımlıyor ve bu yolculukta ölümün bir mola noktası olduğunu ima ediyordu. Bu düşünce, anladığı kadarıyla ölümün insan hayatında ki son olmayı kabul ederken, aynı zamanda ölümün bir başka boyutta devam eden varoluşun da başlangıcı olduğunu vurguluyordu. Evet demişti kendi kendine, ölüme dair farklı felsefi yaklaşımlar da varmış. Ablam, insanların ölüme karşı farklı şekillerde yaklaşabileceğini de gösteriyor demişti içinden... Ayşe hemşire konuşmasına devam ederek,