bölüm sekiz

264 38 3
                                    

Sonbaharın serin sabahı güneşli başlamıştı ancak şimdi güneşten eser yoktu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda görebildiğim tek şey kasvetli bulutlardı; oldukça koyu renkte, bazen çakan şimşek ışıklarından aydınlanan o kasvetli bulutlar.

Saat henüz sabahın onuydu. Bir saat öncesine kadar güneş San Francisco'ya gülümserken şimdi dalga geçer gibi ortalıklardan kaybolmuştu.

Havaya bakarken tam da burnumun üzerine bir yağmur damlası düşünce birkaç sefer gözlerimi kırpıştırdım ve hızlı adımlarla karşımdaki görkemli binaya ilerledim. Yağmur küçük küçük yağmaya başlamıştı bile ve eminim ki bu küçük yağmur damlacıkları, kıyamet öncesi sessizlikti.

Binadan içeriye girdiğimde sabah olmasına rağmen içeriyi aydınlatan yoğun ışıklarla gözlerimi kıstım. Koyu bulutlar yüzünden ışıkları açmışlardı.

Hızlı ve aceleci adımlarla asansöre doğru ilerleyip düğmesine bastım ve bir yandan alt dudağımı kemirirken bir yandan da sabırsızca beklemeye başladım. Bu sırada aklıma Calvin Drake gelmişti. Umarım tekrar asansörde karşılaşmazdık.

Çağırdığım asansör geldiğinde ve hemen ardından kapıları açıldığında oyalanmadan içine girdim. Gideceğim katın düğmesine bastıktan sonra omzumu duvara yaslayarak hareketlenmesini bekledim.

Eddie'nin evinden ayrılmadan önce eski nişanlısı Anne Weying kapının önünde duruyordu. Onu uzun zamandır tanıyordum fakat o beni tanımıyordu. Gerçi normaldi bu, Eddie bana Anne'nin arkadaşları ile tanışmak istemediğini, çünkü hepsinin sokak serserisi olduğunu düşündüğünü söylemişti.

Asansör yukarıya doğru çıkmaya başladığında aklıma doluşan düşüncelerimle beraber gözlerimi devirdim. Anne Weying ile bir sorunum yoktu, daha önce hiç konuşmamıştık, öyle ki yaklaşık yirmi dakika önce ilk defa konuşmuştuk.

Fakat zamanında Eddie'nin arkadaşlarına olan ön yargısı -yani bana da olan ön yargısı- rahatsız hissetmeme neden oluyordu.

Asansörün durduğunu belirten sesiyle birlikte başımı iki yana sallayarak düşüncelerimden sıyrıldım ve açılan kapıyla birlikte kendimi koridora attım. Şu an Anne Weying'i düşünmekten daha önemli işlerim vardı.

Dönemeçli koridoru aşıp personel odasına girdiğimde beni gören diğer dört çalışanın homurtularını görmezden geldim. "Neredesin sen?" diye sordu beni arayan kadın, yani Effie Huelin. "Şirketten önemli bir bildirim alabileceğin hiç aklına gelmiyor mu senin? Bundan sonra bildirim sesini tam aç."

Onu umursamadan -biraz da görmezden gelerek- dolabıma doğru ilerledim ve hızlıca kilidini açtım. "Patronum Bay Calvin Drake, Effie, sen değil." demeyi de ihmal etmemiştim fakat benimle ilgilendiği yoktu.

Hızlıca üzerimi değiştirip kırmızı üniformalarımı giyindiğimde çantamı yine dolapta bırakmıştım. Fakat bu sefer telefonumu yanıma alacaktım.

"Oyalanmadan gidelim hadi," dedi bir diğer kadın, yani Hattie Marret. Aramızdaki yaşça en büyük olan oydu. Henüz kırk beş yaşında olmasına rağmen yetmişli yaşlarındaki bir insanın olgunluğuna sahipti.

Onlara fark ettirmeden telefonu kırmızı kumaş pantolonumun cebine koyarak cep fermuarını çektim ve onlarla birlikte temizlik malzemelerinin bulunduğu odaya ilerledim.

Belli ki onlar da laboratuvarda neler olup bittiğinden habersizlerdi.

Yaklaşık beş dakika sonra temizlik arabalarına malzemeleri yüklemiş ve odadan çıkıp koridor boyunca ilerlemiştik. Bu tesis oldukça büyük bir alandı. Eğer nerede olduğunuzu bilmiyorsanız, kolayca kaybolurdunuz.

Fated | Eddie BrockHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin