İzinsiz giriş

53 14 8
                                    

Taehyung

Gecenin bir vakti dışarılara çıkmayı sevmezdim. Küçüklüğümden beri gece beni hep korkuturdu. Vardı sakladığı bir şeyler belki de bu yüzden sabahların bile geceye dönmesinden haz etmezdim. Nedendir bilinmez gece insanın omuzlarına taşıyamayacağı yükler yüklemekte ustaydı. Günün nasıl bittiğini anlayamazken sabahları getiremezdik. İnanıyorum bir zaman kırılması yaşanıyor ve biz içinde sıkışıp kalıyorduk. Benim gibi dertsiz bir adamı bile dertlendirmeyi başaran geceye olan nefretim bundandı işte. Şimdi omuzlarımdan salınan kimsenin görmediği lakin benim uçlarının sivriliğini hissettiğim o gonca güllerin görünürde can acıtmayacak kadar küçük olan dikenlerinin yüreğime doğru nasıl adım adım işlediğini hissediyordum. Kanayan bir şeyler var içimde, lakin o kan gölü nereye dökülür bilmem.

Dudaklarımın arasındaki yanmamış tütünü evirip çeviriyordum. Yüreğimin ateşine tutsam belki kül olurdu ama ellerimde onu yakacak tek bir ateşim dahi yoktu. Ne büyük çaresizlik küçük bir çalıdan yontma talaş parçası tütünü yakıyor iken, düşüncelerinden oluşma yitmişlikte bedenini yakıyordu. Biri dumanla varlığını gösterebiliyorken diğerini görmen için aynı acıyla yanman gerekiyordu.

Gözlerim bilinmez bir hasretlikle bedenimi arkaya döndürdüğünde öğretmenin odasına bakmıştım. Yine yanıyordu sarı ışıklı odasının lambası. Tanrım sen yardım et yüreğim nasıl hem rahata kavuşur hem de dilsiz bir bedevi gibi çaresiz kalırdı şu an. Dolu gözlerimi bir anlığına kapatıp yeniden önüme dönmüştüm. Yürümem gerekti. Bu gece tüm yeryüzünü baştan sona yürümem gerekti.

İlerlemekte güç geliyordu anlaşılan ayaklarıma. Attığım adımların arasında neredeyse on saniye kadar uzun bir süre vardı. Aslında yürümekten çok yerdeki kabukları, yaprakları, taşları sürüyordum. Ayaklarımı tam kaldırmadığım için yere sürten altı, toprakta zihni dinlendiren sakin bir ses çıkarıyordu. Yer yer ayağıma gelen hafif nesneleri ileriye götürmek zor olduğundan genelde taşları yuvarlıyordum. Gücümün olmadığı o kadar aşikardı ki ayakkabımın ucunu sürterek ilerlettiğim taş ancak üç defa kendi çevresini dönüyor ve duruyordu.

Önümde duran iki taşa aynı anda vurduğumda birisinin çukuru boylamasıyla adımlarımı durdurmuştum. Üzüm bağlarının önüne gelmiştim artık, yol son bulmuştu. Ya bağların içine girip o düz olmayan engebeli alanı yürüyecek ya da gerisin geri ardıma dönecektim. Önümde sonunu görünmeyen yapraklı yola baktım. Hatırlıyorum da yaklaşık beş sene önce bir gece vakti burada bağların arasında dolaşan ağabeyimi yılan sokmuştu. Demiştim ya insanın kederini atması gerekir diye tıpkı yüklü elektriği boşaltmak için toprağı çırılçıplak adımlamak gibi. Ağabeyimde beş sene kadar önce çok kederliydi hatta şimdi bana yasaklı olan tütünü içerek geceleri bostanları bağları gezerdi. İlkin bu gezişlerin nedenini hep satılacak malların hasadını gözetlemek için yaptığını sanırdım. Ben nereden bileyim kendisine yük olan acılarını ayak parmak uçlarında bırakmak için sabahlara kadar yürüdüğünü. Ben o zamanlar küçüktüm sanki aklı ermeyen bir çocuk gibi. Adına sevda dedikleri o tüm bedeni al aşağı eden duygunun ne demek olduğunu bilmezdim o vakitler, gerçi şimdi de bildiğim söylenemez çünkü benim sevdayla hiç işim olmamıştı ki.

Lakin aylar sonra duyduğumuz bir haberle öğrenebilmiştik ağabeyimin bir hanım efendiye tutkun olduğunu. Sadece bir söylenti olarak bildiğimiz bayan hakkında ne benim ne de annemin haberi olmadan gelişirken tüm olaylar bir gün öğrenmiştik ki o kadın gitmiş hem de evlenip. Yaşı ağabeyimden dört yaş büyük olduğundan babam münasebetlerini kabul etmemiş, denk değil sana demiş, adın çıkar şimdi sana neşe veren o sahte duygu yarın kederle kucaklarına sahip olmak istediğin çocuğu veremediğinde insanların önüne çıkamadığında beni anlarsın demiş.

Elmanın Günahı Dudaklarımızda | TaekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin