Alexandre Cabanel - The fallen angel (1847)
Mutluluk mu? Hayatın zehrinin altın kasede sunulmasından başka nedir ki?
-Leonardo'nun Yahuda'sı, Leo Perutz.
Tahmin edilmesi zor bir adam olmadığımdan yaşamım boyunca etrafımdakiler için her zaman güvenilir bir kapı olmuş, herhangi bir tehlike kokusunu hayatıma dair bir noktadan almadıklarından öngörülebilir adımlar atmamı sağlam bir dayanak olarak görmüşlerdi.
Günlerimi geçirme tarzım belliydi, zaten mütevazı bir aileden gelip de o aileden çok farklı yaşamak isteyen biri olmadığımdan kendi eşyalarımdan birini bile bulundurduğum yer direkt benim alanım olurdu ve ben hiçbir zaman için uzun dağların tepesini kendime hedef belirlememiştim. Sade bir yaşantı ve bu yaşantının boyunduruğunda ilerleyen sıradan fakat özgün zevkler benim yaşadığımı kendime kanıtlamam için yeterli geliyordu, kulağımın dibinde dünyevi hırslarımla beslenen şeytanları kendime zarar vererek doyurmanın alemi yoktu.
Elimdekini servet kabul etmenin mahsun bir memnuniyeti vardı ve ben bunu ergenliğimde tatmışken hayatımın geri kalanında da uygulamaktan çekinmemiştim.
Başkasının sahip olduklarını kıskanmanın, hep daha fazlasını arzu etmenin ve modernizmin dayattığı o mükemmelliyetçilik füryasının insana pozitif yönde kazandırdığı tek bir şey dahi olmamasının yanında insan ruhundan eksilttiği çiçeklerin sayısı saymakla bitmezdi ancak fıtrat gereği insanın kendine zararlı olanda daha çok gözü olduğundan bu sıraladığım olumsuzlukların bir anlamı kalmıyordu. Çünkü yirmi birinci yüzyılda insan kendi bedenini tırnaklarıyla kazıyarak köreltiyor, sonra da diğerlerinin sağlam bedenlerine sahiplik etme arzusuyla mızıldanıyordu. Açgözlü, bedenine ve dahi ruhuna uygun olmayan kefenleri kıskanacak kadar midesiz, müthiş bir süreklilikle nankör ve bütün bunları görmezden gelecek kadar aymaz olan ademoğlu aklımın sınırlarını zorlasam da mantık kafiyeme bir türlü uyum sağlayamıyordu.
İki kulak, iki göz ve tek bir zihinden oluşan bu varlıkların yapmakta ısrarcı oldukları bu hareketler silsilesinin iler tutar yanı yoktu.
Ta ki, tablolarını odamın duvarına astığım meşhur ressam Kim Taehyung ile tanışana kadar.
Öncesinde bir hayran olmaktan öteye gidemediğim bir isimle aynı evde yaşamak, beraber planladığımız bir savaşta bıçak bilemek, onunla aynı yatağı paylaşmak ve yüreğimde onun adını taşıyan fakat hayranlıktan uzak bir şekle bürünen hislerle sabahlara uyanmak çok değil bundan birkaç ay önceki Jungkook'un aklının kıyısında geçecek ihtimaller olamazdı zira ben kaçak girdiğim sergilerin arasına çok sevgili Kim Taehyung'unkini katacağımdan bile şüpheliydim. Onun o gece beni arayışına şahit olmak dahi tekdüze sürdürmeye çabaladığım yaşantıma büyük bir darbeydi, dolayısıyla temelini kazmak için seneler verdiğim hayatıma bir çekiç darbesiyle ismini kazımış ve o alıştığım monotonluktan yine beni yabancı hissettirmeden çekip çıkarmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Fırçalar, satırlar ve biraz da yıldızlar , taekook
FanficJeon Jungkook sergilere kaçak girmeyi kendine meslek edinmiş bir görsel sanatlar öğrencisiydi, ta ki son girdiği serginin sahibi olan Kim Taehyung onu yakalayana kadar.