0.5

446 40 71
                                    

"Mind keeps the hidden one from heart

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

"Mind keeps the hidden one from heart."





Son çıkan bulaşıkları bulaşık makinesine koyarken derin bir nefes aldım. Bulaşık makinesinin kapağını kapatıp birkaç gerekli tuşa bastıktan sonra hareketsizce duran bacaklarıma baktım.

Belki de inadı bırakıp fizyoterapiye devam etmem gerekiyordu. Bu düşünceler zinimi kuşatırken kararlılıkla kafamı iki yana salladım.

Babamın yanına gidene kadar bedelini böyle ödeyecektim.

Bacaklarıma bakmayı bırakıp mutfaktan çıktım. Üst kata çıkan merdivenlerin dibinde paralel bir şekilde duran demir aparatın üzerinde durdum ve kenardaki düğmeye bastım.

Mekanizma beni üst kata çıkarırken tuhaf bir şekilde düşündüğüm tek şey James'in neden hâlâ gelmediğiydi.

Yaklaşık beş buçuk saat önce bir telefon gelmiş ve gitmek zorunda kalmıştı. Tabii gelebileceği en kısa zamanda burada olacağını da söylemeden gitmemişti.

Gitseydi de memnun olurdum açıkçası.

Olur muydum gerçekten?

Bu düşüncelerden kurtulmak için mini kütüphaneme gittim ve son kitabı kaldığım yerden okumaya devam ettim. Ancak olmuyordu, odaklanamıyordum. Gereksiz yere nerede olabileceğini düşünüyordum ve bu çok saçma geliyordu.

Biraz daha denedim ve yine başarısız olunca derin bir nefes verip babamın kitaplarının bulunduğu köşeye gittim. Bunlar babamın favorileriydi ve en azından bunları almama izin vermişti annem.

Çünkü bunlar babamın bana hediyesiydi ve uzun süreli yolculuk yapmak zorunda kaldığı zaman, gittiği yerde okuyup sevdiği kitapları içinde beni mutlu edecek izler bırakarak bana gönderirdi.

Elim kitapların kenarlarında gezerken rastgele bir tanesini çıkardım ve kapağını açtım. İlk boş sayfaya yapıştırılan fotoğrafla gözlerim dolarken gülümsedim ve parmaklarımı babamın yüzünde gezdirdim.

Bu ikimizin fotoğrafıydı ve on bir yaşındaydım burada. Kafamı kaldırmış beni kucağına almak için hazırlanan kahramanıma bakıyordum.

Altındaki babamın el yazısını okuduğumda gözlerimdeki yaşları neredeyse tutamayacak bir duygu yoğunluğu yaşamıştım.

Gördün mü meleğim? Uzakta olmam seni sevmeme engel değil...

Göz yaşlarım özgür kalmak için âdeta bana yalvarırken gözlerimi yumdum ve gitmelerini bekledim.

Burada bahsettiği uzaklık fizikiydi ancak şu an ruhu da çok uzaklardaydı. Belki de artık beni sevemeyeceği kadar uzaklarda...

İçeriden gelen tıkırtılarla kaşlarımı çattım. Kitabı yerine koyduktan sonra hızla masaya gidip üzerinde duran flamingo şeklindeki cam bibloyu aldım ve temkinlice yatak odama giriş yaptım.

Sesler kesilmişti ve kapı kapalıydı kimse girmiş olamazdı.

Bakışlarım balkon kapısını bulurken dudaklarımı birbirine bastırdım.

Kimse girmemişti ama bu bir girişimin söz konusu olmadığını göstermezdi, değil mi?

Korkuyla hızlı nefesler alırken bir anda kapıyı açtım ve elimdeki bibloyu havaya kaldırdım. Ama kimse yoktu.

Etrafıma baktığımda ise hemen yan tarafımda sırtını duvara yaslamış ağır ağır nefesler alan James'i görmeyi beklemiyordum. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu ve fazla terlemişti.

"Hey," dedim bibloyu yavaşça zemine bırakıp ona doğru ilerlerken. Ölmüyordu değil mi? Özellikle de benim balkonumda?

Yüzüne dokunmak istedim elimle ancak cesaretim yalnızca parmak uçlarımın yanağına temas etmesine izin vermişti. "Ölmüyorum diyebilecek kadar iyi misin?"

Birden yüzü bacaklarıma düştüğünde yerimde sıçradım. Korkuyla sesim titrerken, "Öldün mü?" diye sordum dehşetle.

Yerini sabitlemek için kafasını hareket ettirdiğini gördüğümde ölmediğini anlayarak rahat bir nefes almıştım.

"Vuruldum." diye kısık bir sesle konuştuğunda bu rahatlamamın uzun süremeyecek olmasından endişelenmiştim.

"Ve bir hastanede olman gerekirken, buradasın?"

"Sıyırdı geçti sadece."

"Ben yine de şu an hastanede olmaman için bir sebep göremiyorum James."

"Neden umursuyorsun ki?" diye sorduğunda bir an ne diyeceğimi bilememiştim. Sahi neden umursuyordum?

"Çünkü hastalanırsan sana bakamam ve ölürsün, sonra da seni çıkaramayacağım için ev kokar."

Yorgun kıkırdamasını duyduğumda, hayır, bu hâliyle bile nasıl gülebildiğini sorgulamayacaktım.

"Peki," diyerek temkinli bir şekilde konuştum. "Sormaya korkuyorum ama, pansuman yaptın mı bari yarana seri zekâ?"

Onaylar bir mırıltı çıkardığında, "Çok mu acıyor?" diye sormaktan kendimi alamadım.

"Evet ama yaram değil."

O ne demekti şimdi? Niye açık konuşmak yerine bilmece çözdürüyordu ki şimdi bana? Bu arada bilmecelerden nefret ettiğimi daha önce söylemiş miydim?

"Anlamıyorum."

"Aklım acıyor."

Başının ağrıdığını falan mı söylemek istiyordu? Ben yine anlamamıştım. Aptal gibi hissettiriyordu bu durum ve sinirlerim bozulacak gibiydi.

"Aklı acır mı bir insanın?" mantıklı şeyler söylemesi taraftarıydım ve şu an bir çocuğa öğretiyor gibi hissediyordum.

"Kalbin hissetmemesi gerekeni akıl üstlenirse öyle bir acır ki, kalbinden sakladığına pişman olursun." diye açıklama yapınca kaşlarımı çatmıştım. Derin bir konuya benziyordu ve şu anlık anlayabileceğimi sanmıyordum.

Derin bir nefes alıp elimi alnına koydum. Teni çok fazla yanıyordu ve süper askerler hasta olur muydu bilmiyordum ama şimdi deneyimlemek de istemiyordum.

Diğer elimle ensesindeki kısa saçlarıyla oynarken ruhuma oturan ağırlığı görmezden gelmeye çalıştım. Üstelik öyle karmaşık bir durumun içerisindeydim ki; ruhumun bir kısmı ağırlık altında ezilirken diğer kısmı kuş olup uçacakmış gibiydi.

Bu duygulara anlam veremiyordum ve kendim hakkında bazı şeyleri bilememek beni deli ediyordu.

Az sonra nefes alış verişleri düzeldiğinde ve vücut ısısı normale döndüğünde elimi üzerinden çekmiştim ki bileğimi sıkıca tutmasıyla yutkundum.

"Lütfen devam et."















Bu hikâye tarih marvel ile paralel ilerlemeyecek yani end game'de tony natasha ve steve ölmüyor arkadaşlar. Biraz karışık tarih olarak ama idare edicez.

PETRİCHOR ~Bucky BarnesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin