1.3

305 32 47
                                    

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.






"And like the moon, we must go through phases of emptiness to feel full again..."







"Hazır mısın?"

Sorusuna karşılık odamdan çıkarken kafamı olumlu anlamda salladım. Hiç istemeyen yanım, içerilerde bir yerde tekrar koşabilmenin nasıl bir his olduğunu hatırlamak isteyen yanımı bastırıyordu. Ama bunun bir önemi yoktu çünkü şu anda James tarafından zorla götürülüyordum.

Merdivenlerden birlikte indiğimizde karşıma Karen ve Damon çıkmıştı. Karen kaşlarını çatıp, "Hera? Nereye gidiyorsunuz?" diye sorduğunda, şaşırmasının asıl sebebinin uzun zaman sonra ilk defa evden çıkıyor olmam olduğunu biliyordum.

Sıkıntıyla yanağımın içini kemirirken, "Tedaviye devam edeceğim." dedim ve derin bir nefes çektim ciğerlerime. "Fizyoterapiye gidiyorum."

Birden Karen'ın gözleri dolduğunda kaşlarımı çatarak ona baktım. O sırada Damon da gülüp, "Sen tedaviden bahsedince, bir an sonunda tavsiyeme uyup ruh ve sinir hastalıkları merkezine gidiyorsun sanmıştım." diye dalga geçmişti. Ama ilk defa sesi bu kadar mutlu çıkıyordu.

Karen sonunda gözyaşlarını silip dalga geçtiği için Damon'ın koluna vurup bir anda bana sarıldı. Ben hâlâ etrafa anlamazca bakarken, ellerimi yavaşça kaldırıp sarılışına karşılık verdim. "Böyle yapmaya devam edersen, gitmekten vazgeçeceğim."

Böyle söylediğim anda hızla uzaklaşmasıyla güldüm. "Tekrar yürüyebileceksin!" diye mutlulukla konuştuğunda nasıl bu kadar emin olabildiğini merak ettim. Tamam iyileşme ihtimalim vardı ama kesin değildi bu.

Damon'a döndüğümde elini omzuma koyduktan sonra sinir bozucu, dalga geçer bir ses tonuyla, "İhtiyacın kalmadığında bizi paketlersin artık." dedi ve anında kaşlarım çatıldı. Gider ayak sinirlerimi bozmuştu işte yine!

"Defol!" diye sert bir ses tonuyla onu tersledikten sonra James'e kısa bir bakış atıp bahçe kapısına yürüdüm. O da arkamdan geliyordu.

Arabaya ulaştığımızda kapısını açtıktan sonra beni kucağına alırken, "Hâlâ onu kovman taraftarıyım ama," diye konuşmaya başlamıştı. Gereksiz bir şekilde emniyet kemerimi de takarken kafamı resmen koltuğa gömdüm aramızdaki mesafeyi biraz olsun açmak için. Burnuma doluşan kokusuyla kendimde hissetmiyordum pek. "Sadece dalga geçiyor, biliyorsun. Damon işte; ben bile birkaç günde tanıdım."

Sonunda üzerimden çekilip kapıyı kapattıktan sonra aramızdaki yakınlık son bulduğu için eksik hissetsem de rahatlamıştım. Görmezden gelmeye çalıştığım şeylerin tekrar tekrar gözümün içine sokulmasından korkuyordum.

Tekerlekli sandalyemi bagaja koyduktan sonra o da sürücü koltuğuna binip arabayı çalıştırdığında, "Vay canına." dedim. "İlk defa onunla ilgili kötü bir şey söylemedin ve bu görüp görebileceğim en şaşırtıcı şey."

Kafasını iki yana salladı gaza basarken. "Ben sadece senin moralini umursuyorum. Bozulmaması benim için önemli." Alaycı gülüşü kulaklarımı doldurduğunda, melodi gibi gelen bu sesi sevmiştim. "Hâlâ onu kovman için her şeyi yaparım."

"Kendisi istifa etmediği sürece, onu kovmak gibi bir niyetim yok."

"Yıllık izin de uygun olabilir gayet?"

"James!"

"Tamam!" diyerek pes ettiğini belirtti ama, "Ben yapacağımı bilirim." diye homurdanmaktan da geri kalmadı.

*Seanstan Sonra*

James beni kucağına alarak asansöre doğru ilerlerken, "Sandalyemi almalıydık." dedim. Boşuna getirmişiz gibi hastanenin bahçesinde, arabanın bagajında duruyordu.

Üstelik sürekli beni kucağına alması mahçup hissetmemi sağlıyordu, buna engel olamıyordum.

"Ben memnunum gayet." dediğinde düşmemek için kollarımı boynuna sardım. "Şimdi daha da memnunum."

İki dakika yavşaklık yapmadan duramıyordu beyefendi...

Bunu sesli söylesem amcamın yüzünün alacağı ifadeyi zihnimde canlandırdım ve istemsizce güldüm buna. Şu ana kadar asla uygunsuz bir kelime duymamıştı benden ve duysaydı muhtemelen gözüne fener tutulmuş bir tavşan gibi bakardı.

"Neden gülüyorsun?" diye soran James ile gülmeyi bırakıp başımımomzuna yasladım iç çekerek. Amcamı özlemiştim...

"Aklıma bir şey geldi."

"Ne geliyor aklına sürekli senin?" diye hesap sorar gibi üstelediğinde kaşlarımı çattım.

"Ne var ya, gelemez mi aklıma bir şey?"

"Sürekli geliyor ama, şizofren olacaksın bir gün."

He öyle kolaydı zaten şizofren olmak.

"Rica ederim deli deli konuşma."

Asansörün önünde durduğumuzda düğmesine basıp açılmasını bekledi. Sonunda açılan asansör ile, içinde kimseyi bulamadığımızda rahatlayarak derin bir nefes aldım.

Girdikten sonra zemin katı tuşlayıp kapıların kapanmasını bekledik. "Beni yere bırakabilirsin." dedim. Neyseki yalnızdık. "Zemin kata ulaşana kadar bayağı bir zaman geçecektir." Gökdelen gibi hastane yapmışlardı resmen.

Asansör çalışırken tam beni yere bırakacağı anda ışıklar sönünce sıkıca yakasını tuttum. "Tamam, bırakma beni, bırakma!" Ben karanlıktan korkardım.

Doğrulduğunda bu sefer de sıkıca bıynuns sardım kollarını. "Hera, amacın beni boğmak mı?"

"İyisin işte!" dedim hâlâ aynı pozisyonda kalırken. Sesi hiç boğuluyormuş gibi gelmiyordu açıkçası.  "Lütfen korktuğum şeyin başımıza gelmediğini söyle."

"Neyden korkuyorsun?" diye sorduğunda, "Dinozorlardan!" diye bağırdım. "Şu anda bulunduğumuz durumda neyden korkuyo olabilirim!"

"Ah," dedi sakin bir ses tonuyla. "Evet, korktuğun şey başımıza geldi. Asansör durdu."















Cünüp cünüp geziyo hunlar herhalde aq başlarına gelmeyen kalmadı

PETRİCHOR ~Bucky BarnesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin